banner913
banner932
banner1012

Gerçekliğin tutsağı Algılarımız !

banner1020

Toplumsallaşma dediğimiz olgu bizleri, kendimizle dahi, belli bir kültürel biçimleniş üzerinden temasta bulunmaya zorluyor. Kültürün değişken ve akışkan yapısı içerisinde görece durgun bir gelişim gösteren dil ise kişiliklerimize rehberlik ediyor. Kimliklerimize içkinleşmiş bu temel öğeleri sorguladığımız anlar ise oldukça sınırlıdır. Çünkü kendimiz olmaktan garip bir biçimde hoşlanırız. Başkasına benzemektense, kendimiz olmayı yeğlemek bizlere inanılmaz ölçüde gurur verir.

banner974
Gerçekliğin tutsağı Algılarımız !

banner971
 
 Doğrusunun da bu olduğuna inanıyorum. Özenti, varolan kimliklerimizi geliştirmeye hizmet etmedikçe, gelişmemiş kişiliklerimizi parçalamaktan, daha da ötesinde yoketmekten başka bir işe yaramaz.
Diğer taraftan kimliklerimizle içkinleşmiş kültürel öğelerin  eleştirilip eleştirilmemesi de, toplumsal olarak bize aktarılmaktadır. Bazıları tıpkı anayasalardaki değiştirilemez, değiştirilmesi bile önerilemez hükümlere benzetilebilir. Değiştirebileceklerimiz böylesi öğelerin ise çoğu kez, ciddi bir arıza çıkartıncaya kadar farkına bile varmayız. Çünkü bu öğeler aracılığı ile her türlü bulanıklığı ya da karışıklığı kapı dışarı ettiğimize inanırız. İnançların tartışılmazlığı, dogmatizmin dölyatağıdır.
İşte toplumumuzu büyük ölçüde etkisi altında alan böylesi dogmalardan biri de bilim kavramına yüklediğimiz işlevde gizlidir.  Bilimin ve onun öğrenilmesi ile her türlü toplumsal sorunun ortadan kalkacağı varsayımı tüm düşüncelerimize işlemiş durumdadır. Bu savlama ile de kalmayarak, bilimi de pozitivist bilgi olarak algılayıp duruyoruz.
       Günlük yaşam içerisinde “aklın yolu birdir ! ” tümcesini sık sık  kuranlarımız ve buna inananlarımız hiç de az değildir. Bu savlama “bütün çalışmalar  için  tek bir bilimsel methodun uygulanabilirliği düşüncesini kabul eden” pozitivizmin bir türevi olduğunu söylemek hiç de güç değildir.
       Yine “bilginin doğal olarak tarafsız olduğunu kabul eden” pozitivizm ile günlük yaşamımızda objektivizm ile bilgiyi özdeş tutan yaklaşımımız gerçekte aynı şeyler. İnsanın, insan olmaktan kaynaklanan değerlerin bilgiden dışlanabileceğine inanç; insanı neşe, öfke, mutluluk gibi duygulara sahip olmadığını söylemek demektir. Sanki bir insan öfke duyduğunda olup bitenler dünyanın dışında, öfkeli insanın bedeninin ötesinde ücra bir mekanda gerçekleşiyor. Ne âlâ !  


  
 
İnsanı birer otomata indirgeyen bu düşünce onun eylemine, değiştirme gücüne ve toplumsal yapıları şekillenirme kapasitesine de inanmaz.  Özetle  toplumsal aktörleri göz ardı edilmişlerdir; onlar  "doğal güçler" ce belirlenmiş pasif bütünlüklere indirgenmiştir.
 İşte, böylesi bir ortamda  muhafazakarlık ve itaat kavramları daha bir anlam kazanmakta, orta yolculuk, genele uygun hareket tarzları geliştirme prim kazanmaktadır.
Ülkemiz açısından kaynakları konusunda araştırma yapmanın  gerekli olduğunu düşündüğüm pozitivizm muhtemelen sömürge yönetiminin bizlere bıraktığı miraslardan biri olsa gerek.
         
Ünlü “cogito ergo sum- düşünüyorum o halde varım” deyişinin sahibi René Descartes, bilimsel araştırmaların ulaştığı sonuçlara hiç başvurmadan, yalnızca duyumsanabilir şeyleri inceleyerek duyularımızın yanıtlıcılığını bulgulayabileceğimizi bu nedenle de yalnzca akla bel bağlamak gerektiğini belirtmektedir. Bu savını şu satırlarla dile getirmiştir:
“Kesin olan bir şey var. Bir şeyin doğruluğundan şüphe etmek. Şüphe etmek düşünmektir. Düşünmekse var olmaktır. Öyleyse var olduğum şüphesizdir. Düşünüyorum, o halde varım. İlk bilgim bu sağlam bilgidir. Şimdi bütün öteki bilgileri bu bilgiden çıkarabilirim."
 Kendi kuşkucu yaplaşımını akıl üzerine inşa ettiği için René Descartes, dış görünüşle veya algılarımızla gerçeklik arasındaki bağlantı dış dünyadan koparılıyor.  Algılarınmızın dünyası kendimizin farkında olduğu anlar için  karşımızda duran, dokunabildiğimiz, kokusunu alabildiğimiz, sesini işitebildiğimiz alan, her birimizin çok iyi bildiğimizi sandığı bir boyutu oluşturmakadır. Ancak bu gerçekten böyle mi? Algılarımızın dünyasının açıklığa kavuşabilmesi için bir takım araçlara gereksinim duymamakta mıyız? 
Işığın ne olduğunu bilmek isteyen, fizik bilmine ve kuramlarına  eğilmek zorunluluğu, duyularımızla algıladığımız renklerin çok ötesine geçmiştir. Akşam üzeri yeni doğmakta olan bir dolun ayın büyüklüğü ile tam tepemizde duran bir dolunayın büyüklüğü arasındaki fark duyularımızdaki sapkınlığı ortaya koyan en güzel örneklerden biridir. Gerçek dünya bu ışıklar ve renkler değil, duyu yansımalarının ardında olduğu söylenen dalgalar ve parçacıklar değil midir?
Bir madde geçirdiği tüm değişikliklere rağmen, bir uzamı kaplaması ile vardır. Duyular bunu zaman zaman karıştırabiliyor. Çünkü nesneler duyularımıza genellikle hep belli bir büyüklük ve biçimler sunuyor. Öz o zaman görünemeyebiliyor.  Dış görünüşle gerçeklik arasındaki ilişki; günümüzde algı ile bilim arasındaki ilişkiye dönüşüyor !



 
Algılarımızdaki Yanılsama
 
Diğer taraftan, dünyamızı  açıklama amacıyla somut ve duyumsal olanının, bilimsel zihin tarafından er ya da geç aşılacağı varsayımı da artık sorgulanmaktadır. Dünya tarihinin olayları tümdengelim yoluyla evrenin değişmez yüzünü oluşturduğu söylenen birtakım yasalardan çıkarsanamaz. Bu yasalar olsa olsa bize gerçekliğin bulanık bir yansımasını verir. Kuşkusuz tüm bunlar bilimsel bilgi ve araştırmaların önemini azaltmıyor, tersine kendini mutlak ve tam bir bilgi sayabilecek dogmacılığı çürütüyor. İnsan deneyiminin bütün öğelerine, özellikle duyumsal algılarımıza hak ettiği önemi veriyor.
Uzam şeylerin üç boyutta yayıldıkları ve yer değiştirmelerine karşın özdeşliklerini korudukları homojen bir ortamdır. Bir nesnenin yerini değiştirmesi ile özelliklerinin de değiştiği sık sık olur. Ekvator ve kutuplardaki nesnelerin örneğin boylarının genleşmesi fiziksel ısının sonucudur. Dolayısı ile fiziğin alanı ile geometrisinin alanın birbirinden ayrı durmaktadır.
 Özdeşlik alanıyla değişim alanının kesin çizgilerle ayrılıp farklı ilkelere bağlı kılındığı bir dünya yerine, nesnelerin kendi kendileriye mutlak özdeşlik içerisinde bulunmayacağı bir dünya var karşımızda. Biçimle içeriğin sanki birbirine bulanarak mutlak özdeşliğin kaybolduğu bir dünya.
 İşte bu bulanık dünyanın belki de en güzel yansıması  çağdaş resimdeki arayışlarda kendini göstermektedir.   Bu da kendini herhalde en iyi şekilde  Picasso’nun "aramıyorum buluyorum!" deyişindeki  anlam, şüphe ve endişeler   yerine bilgi birikimini ikame eden özgün  üslubu içinde yapıtlarına aktarması sırasında göstermektedir.
 

Piccaso’nun kendi portresi
Demek ki, sanat da tıpkı bilim gibi çağdaş düşüncenin gelişiminden payını almış durumda.  Bu diyalektik bağıntı, esrime ve esinin olanaksızlığını dışa vurmuyor kuşkusuz.  Tersine yeni bir boyut ve farklı uzamlarla kendi yolunu açıyor.  Schiller’in deyişi ile   insanda yer alan  iki temel içgüdü  - duygusal  ve akılsal içgüdü   birbirlerine karşıt olmalarına rağmen aynı zamanda birbirlerini tamamlar da.
Bir şeyin farklı niteliklerini-rengini, tadını, kokusunu vd. ayrı ayrı dünyalardan gelen veriler olarak gördüğümüz sürece o şeyin birliğini algılamamız olanaksızdır. Örneğin zihnimizdeki limon ya da ekşi  kavramı rengi ile olduğu kadar tadı ve şekli ile de zihnimize yerleşmiştir.  Tümünün kavramdan koparılması olanaksızdır. Oysa algılarımızın gücü her zaman böylesi bütünlükleri kavramsal düzeyde de olsa kuramaz. Koca bir orman içerisinde yürürken tek tek karşımıza çıkan ağaçların, bize koca bir ormanı unutturması gibi.  Bu nedenle ormanı farkedebilmek için bazen ormanın dışına çıkmak, farklı bir uzaydan bakmak gerekebilir. Yine, bu yalnızca maddi olan varlıkları tanımak için değil, aynı zamanda duygularımızı tanımak için de gereklidir.
Diğer bir değişle şeylerin bizimle “özel” bir yolla kurduğu ilişki bizde uyandırdığı ve hatta dayattığı bir tuttumun gerisinden ona bakışımız şekillenmektedir. Şeyin birliği niteliğin gerisinde değildir; her nitelik o şeyin birliğini doğrular ve tamamlar. Renkler, kokular duygusal bir hava yayarlar. Cana yakın, sıkıcı, yumuşak , kapsayıcı vb. Demek ki onlara duygusal anlamlar- geçmişimizle ilişkili – dahil etmişizdir. Ne kokunun ne de rengin belirli bir uzamla ilişkisi vardır, ancak uzamı bütünler ve tamamlarlar.     
Oscar Wilde  Yıldız Çoçuğu öyküsü, farklı bir uzaydan  bakışa güzel bir örnek oluşturur.  Yıldız Çocuğu kendisini gökyüzünden düşmüş ve herkesten daha güzel biri olarak gördüğünde kişi, hiç kimseyi beğenmeyebilir, üsten bakar ve kendi öz annesini bile reddedebilir. Öykü tersine çevrildiğinde ise aşağılanmanın afedilmeyi dileminin zorunluluğuna kaptırabilir kendini. Değer yargılarımız da konumlanışımızla bu nedenle oldukça ilgilidir. Kafka’nın Metamorfoz’undaki böcek adam gibi dünyanın farklı algılarını geliştirebiliriz.
Diğer taraftan bilinçli insanın  “tutarlılığı”  varsayımı da bu bütünsel yaklaşım içerisinde olanaksızlaşmaktadır. Çünkü  varolanla,  işine gelenle  yetinmeyen, kuşku duyan, sorgulayan, her türlü   düşü, büyüsel tutumu ve karanlık görüngü algılamak için arayışın yolunu tutan insan, tutarlıklıklar a gedikler açmaktadır.  Şiir de işte tam da bu noktadan yaşamımıza sızar:
 
“Nesnelerin öğeleri, derlendi sonsuz bütünün,
Engine fırtallığı özler, bunlardan beslenmiş,
Gelişmiş denizler, karalar. Bunlardan kurulmuş
Uzayda, uzakta yüksek çatılı gökyüzü konağı
Onunla yükselen hava. Böyle derleniyoru
Çarpışmalarla varlıkların öğeleri çevreden.
Bu yöntemler oluşuyordu türleri...”
 
Çarpışmaları varlıkların oluşum kaynağı olarak De Rarum Natura- Varlığın Yapısı’nda  gösteren  Romalı şair Lucretius Carus, âdeta  farklı niteliklerin sırf yanyana durmayacağını  varoluşun kendine özgü çatışmasının- siz buna devinim de diyebilirsiniz, davranış biçimlerine yansıyacağını yüzyıllar öncesinden ortaya koymuştur.
Öyleyse algılarımıza hükmeden şeyler, yalın ve tarafsız nesneler değildir; her biri bizim için bir tutumu sergiler, anımsatır, olumlu ve olumsuz  tepkiler uyandırır. Bir insanın yeğlediği renkler, dolaşmaya gittiği yerler, arkadaşlardan dünyaya ve kendi dışına doğru tutumu okunur.  Nesnelerle ilişkimiz mesafeli değildir. Her nesne yaşamımıza  seslenir, insan özelliklerine bürünür. Bu simgeler nefret ettiğimiz  davranışların simgeleri gibi yaşar içimizde. Ya da en güzel duygularımızın, mutluluklarımızın ve aşklarımızın unutulmaz  ardılları, andaçları  olurlar.
Şimdi her gittiğim yerden topladığım küçük taşların  bana niye oldukça sıcak geldiğini   daha iyi anlıyorum !
 
  
 
 
Altay Burağan’dan çocuklara “1 Ekim Dünya Çocuk Günü” Armağanı
 
 
KEŞKE OLABİLSEYDİM
 
Bir küçücük kuş olsaydım
Kent meydanlarında.
Ufacık ellerin, minicik yüreklerin
Sevinci olsaydım yem kaplarında.
 
Kanat çırpabilseydim uzak ufuklara.
Bir selam götürebilseydim,
Özlemle bekleyenlere.
 
Bir küçük ümit olabilseydim
Tutuşan gönüllere.
Büyüsem, büyüsem
Bir buzdağı olabilseydim,
Yangına kürek gitseydim.
 
Bir esen yel olsaydım ateşleri söndüren.
Şişirseydim yelkenlerini
Sonsuz enginlerde gezenlerin.
Kokularını taşısaydım sevgililerin
Bal arılarının kardeşi olsaydım.
 
Ayrılıkları yok edebilseydim,
Çelme takabilseydim baş kesenlere.
Ayrılanlar buram buram gönlümde tüter,
Yıkabilseydim ayrılık yollarını
Köprülerini.
 
Yaşama hakkını çok görenlerin
Renk ayrımı, ırk ayrımı yapanların
Sağa sola saldıranların
Yok edebilseydim bu güçlerini,
Bu şiddetlerini.
 
Yıkabilseydim dünyanın adi düzenini.
Bulabilseydim sevgi bileşkesini.
Önleyebilseydim çevre felaketlerini,
Açlara, evsizlere,
Kanat gerebilseydim.
 
Durdurabilseydim akan kanlarını,
Yetmiş iki millet, bütün evrenin.
Akıtabilseydim insanların
Damarlarında dolaşan
Bencillik, düşmanlık, nefret kanlarını.
 
Tüm dikilmiş anıtlarını yıkardım,
İnsanlığa karşı kazanılmış zaferlerin.
Tüm köşkleri, sarayları yakardım,
Emekçinin hakkı çalınarak
Yapılanların.
 
Bir insanlık bayrağı çekerdim
Sonsuz mavi göklerine
Son durağımızın.
Bir sofra kurardım orta yerine
-Herkes yiyecek şekilde-
Yaşlı dünyamızın.
 
Bir koca ırmak olurdum susuzlara,
Bir Halil İbrahim sofrası aşsızlara.
Ve bir kıl çadırı göçebelerin, evsizlere.
Keşke olabilseydim,
Yetebilseydim.
 
Fikir suçlularının avukatı olabilseydim,
Bağımsızlık savaşlarının bayraktarı.
Ekmek kavgalarının tozkoparanı,
Adalet duvarlarının su terazisi.
 
Bir umut, bir sevgi, bir dostluk,
Bir yakınlık kurabilseydim gönüllerde.
Uzatabilseydim ayı, yıldızı, samanyolunu,
Kararan güneşleri yerine insanoğlunun
Bir daha hiç sönmemecesine.
 
El ele tutuşturabilseydim sevgi ile,
Yıllarca kin, nefretle beslenmiş çocukları.
Yıkabilseydim duvarlarını bölünmüşlüğün,
Yok edebilseydim çirkinliklerini
Patlayan silahların.
 
Açabilseydim kapılarını, şarkıların, türkülerin,
Yazabilseydim nağmelerini
Güzelliklerin, temizliklerin.
Okuyabilseydim şiirlerini, destanlarını
Ölümsüzlerin.
İşleyebilseydim beyinlere, gönüllere
Sevgi ve hoşgörüyü.
 
Bir kuş olabilseydim -keşke-
Uzun kanatlı.
Uçabilseydim yeryüzünde, gökyüzünde,
Her yerde.
Her gaga vuruşumda
Bir nefret yok olurdu.
Her kanat çırpışımda
Dünya mutlu olurdu.
 
 
 
banner979
Yorum Ekle
İsim
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.