banner913
banner932
banner1032
banner1038

Derya Ulubatlı'nın iki dilli kitabı çıktı

banner1020

İtalya’da eğitim gören Derya Ulubatlı, kitabında Kıbrıslı Türklerin ve Rumların sanat yolu ile barışı nasıl kurmaya çalıştığı bizlere bu değerleri çalışmayla göstermeye çalışıyor. Uzunca bir zaman süreci içinde sanatçıların nasıl zorluklar içinde bu toplumda var olduğunu ve var olma süreci içinde barışa ulaşmanın en büyük aracının ve silahının sanat olduğunu göstermeye çalıştılar işte bu süreç Türkçe ve İngilizce EMMA yayınları arasından çıkan “Kıbrıs: Sanat ile Barışı Kurmak” adlı kitapta bizlere anlatılıyor. Okumanızı salık veririz.

banner974
Derya Ulubatlı'nın iki dilli kitabı çıktı

banner971

Tarih boyunca birçok topluluk, gerek doğal, gerekse savaş gibi insan kaynaklı sebeplerden ötürü zarar görmüştür. Bu tahripler insanlarla birlikte, bu topluluklar tarafından yaratılmış sanat eserleri üzerinde de çok önemli hasarlar bırakmıştır. Bugün, bizden önce yaşamış topluluklar hakkında bilgi edinebilmemizin en önemli yollarından biri, onlar tarafından bırakılmış sanat eserlerini, mimari yapıları ve çeşitli objeleri incelemektir. Bu yapıtlar bize o dönemde kullanılan malzemeler hakkında ipuçları vermekle kalmaz, aynı zamanda yapılan aracın amacına göre o dönemde yaşamış kişilerin ihtiyaçlarını ve önceliklerini anlamamıza da olanak sağlar. Bu anlamda, bir mirasa zarar vermek, aynı zamanda o toplumun kendisini yıpratması, geçmişini ve belleğini kaybetmesi şeklinde de algılanabilir. Geçmişi yok olmuş bir toplumun geleceğini yaratması da oldukça güçtür.

Kıbrıs adasının mirasındaki yıkım, fizikselden çok kimlik üzerine yoğunlaşan bir yıkım olmuştur ve 1963-1974 arası devam etmiş olan, uzun bir savaşın sonucudur. Bu, Kıbrıslılar'dan öte, farklı güçler tarafından yolu açılmış bir savaştı. Kıbrıs'ın stratejik önemi, bazı ülkelerin adayı bir savaş alanına çevirmesine neden oldu. Bu süreçte Kıbrıs'taki topluluklar artık sadece Kıbrıslı olmaktan çıktı ve çoğunlukta, Kıbrıslı Türk, Kıbrıslı Rum, Ermeni ve Maronit olarak ayrılmaya başladılar. Bugün hala sadece Kıbrıslı olarak anılamıyorlar. Anılamıyoruz...

1963 yılında iki taraf arasında savaş patlak verir ve 1964'ten itibaren adada Birleşmiş Milletler'in, bugün halen devam eden barış operasyonu başlar. Yine 1974 yılında Türk ordusu, barış getireceği söylemiyle adaya gelir. 1974'ten itibaren ada ikiye bölünür ve her iki taraf da farklı hükümetlerce yönetilmeye başlanır. 1984'ten günümüze, Birleşmiş Milletler gözetiminde iki tarafının temsilcileri arasında barış görüşmeleri başlar. 2003 yılında açılan kapılarla ise, adalılar 29 yıl sonra ilk kez yaşadıkları adanın diğer tarafına geçebilmeye başlar ve kalıcı bir barış arayışı için, o döneme göre oldukça önemli bir adım atılır.

Kıbrıs'ın başkenti Lefkoşa, bugün Avrupa'nın bölünmüş son başkenti olma özelliğini taşımaktadır. Fakat ne yazık ki, Lefkoşa bu pozisyona düşmüş tek şehir değildir. Tarih boyunca birçok şehir, farklı sebeplerle, benzer koşullarda yaşamak durumunda kalmıştır [ya da halen yaşamaktadır]. Kudüs'te İsrailli ve Ürdünlü askerler, 1948-1967 arası, 19 yıl boyunca aşılamaz bir sınırı kontrol altında tutmuşlardır. Saraybosna ikiye bölünmüştü: Bosnalıların tarafı ve Bosnalı Sırpların tarafı. Bir başka şehir Mostar'da, Hırvat ve Bosnalı topluluklar, 1993'ten itibaren iki ayrı özerk bölgede konuşlanmıştır. Bunun yanı sıra, Belfast'ta da Peaceline barikatları, 1969 yılından bu yana Katolik ve Protestan işçileri birbirlerinden ayırmaktadır. Şüphesiz bu şehirlerin en önemlilerinden biri, yıllarca bir duvarın doğu ve batı olmak üzere ikiye böldüğü Berlin'dir. Bu duvar aynı zamanda utanç duvarı olarak da nitelendirilmekteydi. Bu utanç 9 Kasım 1989'da yıkılmaya başlamış ve bu da Almanların yeniden birleşmesi için önemli bir kapıyı aralamıştır.

Sanat hem sanatçının, hem de toplumun duyguları ve zihninin bir yansımasıdır. Çoğu zaman topluma ve bireylere bir ayna tutar. Sanatçı, içinde yaşadığı toplumun kalp ritmini okuyabilir. Bu yüzdendir ki bu gibi problemli bölgelerde gerçekleştirilmiş sanat, bir yandan öznelerini bu problemlerden alırken, öte yandan da var olan düzenin üzerine giderek muhalif bir duruş sergiler ve bu problemleri göstermeye, belki de onlara çözüm getirmeye çalışır. Berlin'de bu karşı duruşun en önemli örnekleri görülür: Graffiti [Duvar Yazısı]. Sayısız sanatçı ve aktivist aradaki duvarın varoluşuna karşı, yine aynı duvarın üzerine çeşitli karikatürler, motifler ve yazılar yerleştiriyordu. Bu duvarı özne olarak kullanarak iş yapan sanatçılardan bir tanesi de ünlü İtalyan fotoğraf sanatçısı Antonia Mulas’tır. Mulas duvarın yıkılmamış halini küçük parçalar halinde, yakından fotoğraflamış ve bunu yaparken de bu duvarın sadece fotoğrafta gördüğümüz gibi taş, beton ve tuğladan ibaret olmadığını, içinde çeşitli acılar ve farklı deneyimler barındırdığını göstermeye çalışır. Bu duvarla aileler, arkadaşlar ve belki de sevgililer ayrılır. Tıpkı bizdeki gibi.

Berlin duvarının yıkılmasının 20. yıldönümü nedeniyle Duvarın Seyahati [TheJourney of the Wall] isimli bir proje düzenlenir. Proje süresince Lefkoşa, Kudüs gibi önemli bölgelerden birçok sanatçı, Berlin'den gönderilen sembolik duvar parçaları üzerine bir şeyler çizer ve bu parçalan Almanya'ya geri gönderir. 2010 yılında düzenlenen bu projedeki organizatörlerin amacı, bu ülkelere gönderdikleri sembolik parçalar üzerine, yerli sanatçıların sınır ve bölünme üzerine kendi deneyim ve düşüncelerini yazmalarını ya da çizmelerini istemektir. Çok önemli bir diğer örnek, yine 2010 yılında Bosna-Hersek, Mostar'da düzenlenmiştir. Yine bölünmüş şehirler üzerine yoğunlaşmış bu festivalin adı Bölünmüş Şehirlerde Sanat [Art in DividedCities] idi. Festivalde, Mostar, Kosovska, Beyrut ve Berlin gibi bölünmüş şehirlerdeki insan hikâyelerini anlatan küçük bir sunum da yer almıştır. Bu iki proje de aslında dünyanın çok farklı yerlerinde, farklı şehirlerin nasıl ortak problemleri ve acıları olabileceğini ve bunları nasıl birlikte çözmeye çalıştıklarını anlatmak için önemli örneklerdir.

Kıbrıs'ta da sanatçılar, geçmiş örneklerde olduğu gibi sanatın gücüne güveniyorlardı. Çünkü ünlü Rus yazar Tolstoy'un da dediği gibi: 'Sanat şiddeti yok etmelidir. Bunu ancak o yapabilir'. Bu nedenledir ki Kıbrıs'ta da 19801i yılların sonundan günümüze kadar, önce sanatçıları sonra da tüm adayı yeniden birleştirmeye yönelik sanat projeleri gerçekleştirilmektedir. Bu organizasyonlara her alandan [resim, heykel, mimari, restorasyon, müzik, tiyatro, performans, sinema, yerleştirme, video vb.] birçok sanatçı katılım göstermektedir. Bu çalışma Kıbrıs toplumunun bellek parçalarını yeniden bir araya getirebilmek için gerçekleştirilmiş sanatsal projelerini ele almakta ve bunlann barışa olan katkısını gün yüzüne çıkarmaya çalışmaktadır. Çünkü bu savaştan yıllar sonra doğmuş yeni jenerasyon bile, halen bu savaşın yıkıntılarını omuzlarında hissetmektedir.

Yazar kitabının önsözünde şöyle diyor: Kıbrıs, tarih boyunca birçok uygarlığın sahip olmak için çaba sarf ettiği, bugün hala stratejik konumunun acılarını çeken küçücük bir ada. Yakın bir geçmişte yaşadığı savaşla ikiye bölünen adanın sakinlerinden bazıları mevcut durumdan memnunken, benim de içinde bulunduğum başka bir kesim ise, aradaki sınırın kalkmasını dilemekte ve bunun için kendi çapında çaba göstermektedir.

Adanın içinde bulunduğu durum, çok rahatsız ediciydi elbette, ama benim için esas rahatsız edici olan, bu gerçekliği farklı şekillerde tekrar tekrar yaşamak oldu. Okuyacağımı/ metni ortaya çıkaran da buydu.

2013 yılında, yüksek lisans için İtalya'ya gitme kararı aldığımda, adanın uluslararası ortamda tanınmayan yarısında yaşamanın zorluklarıyla, öncelikle diplomatik alanda karşılaşmaya başladım. Ardından, kendimi orada tanıştığım herkese, Kıbrıslı olduğumu söylediğimde doğan kafa karışıklıklarını gidermek için, adanın içinde bulunduğu durumu tekrar tekrar anlatırken buldum. Herkesin dinlerken çok şaşırdığı, tanıştığım kişilerin büyük bir bölümünün, aradaki sınırdan haberinin bile olmadığını gördüm. Başkalarına anlattıkça da kendimdeki eksikleri görmeye başladım ve önceleri, bu sınırın sadece politik alandaki yansımalarıyla ilgilendiğimi fark ettim. Bitirme tezimin konusu da böylelikle belirlenmiş oldu: Bu savaşın artistik dışavurumları ve ortak sanat projelerinin mevcut durumu tel çevirme ihtimali. Hem bu konuda İtalyanca bir metin oluşturma fırsatını değerlendirmek, hem kendimi eksik bulduğum bir alanda geliştirmek, hem de yıllardır içinde yaşadığım probleme farklı bir pencereden bakabilmek için, tez konumla birlikte ProJSandrinaBandera'yagittim. Kısacası bu metin, 2014-2017 döneminde, Milano üniversitesi Sanal Tarihi ve Eleştirisi Yüksek Lisans programına bağlı olarak yazılmış İtalyanca bil bitirme tezinin Türkçeye çevrilerek, bir takım değişikliklerle kitap olarak düzenlenmiş halidir.

Zehre Sonya kitap için şöyle diyor: “Akdeniz Avrupa Sanat Derneği [EMAA] ve DAÜ Kıbrıs Araştırmaları Merkezi (DAÜ-KAM) 2013 yılından bu yana, 15 Nisan Dünya Sanat Günü dolayısı ile özellikle Kıbrıs Türk toplumunun sanatla ilgili yapı taşlarının oluşması ve gün yüzüne çıkması için önemli sayılabilecek sergiler ve yayınlarla, bu anlamlı günü tekrardan hatırlatmaya ve sanata dikkat çekme işlevini yürütmeye devam etmektedirler. Bu bağlamda, 5 senede 10 sergi ve 4 yayın yapmanın gururunu da yaşamaktayız. Bir diğer önemli çalışma ise, geçtiğimiz senelerde yitirdiğimiz Ayhan Menteş'le ilgili çalışmadır. Arşivleme ve kitap yazılımının hala sürdüğü çalışmayı, sizlerle paylaşacağımız günü sabırsızlıkla beklemekteyiz.

EMAA, sanatın ve sanatçının gelişimi için kurulduğu 2002 yılından bu yana vai gücü ile çalışmakta ve bulabildiği kısıtlı imkânları, bu amaçla verimli ve kalıcı üretimlere dönüştürmeyi denemektedir. 15 seneyi aşan bu çabasının, elbette olumlu sonuçlan bu kitapta olduğu gibi, tarihin bir yerinde yazılıp gün yüzüne çıkacak, zamanın süzgecinden geçerek netleşip billurlaşacaktır. Birçok şey gibi, sanatın gelişimi de zamana ve /aman içindeki sürekliliğine bağlıdır. Değerlendirmesi ise, günden çok gelecek /aman kipinde gerçekleşmektedir. Bu bağlamda sanatçıların yaratıları, gelecekteki sanat tarihçilerin ve eleştirmenlerin varlığı ile ilişkilidir. Bu açıdan olaya baktığımızda, sanat etkinliklerinin yayınlar aracılığı ile kalıcılaşmasının önemi de artmaktadır.

Senelerdir Kıbrıs Türk sanatı, sanat tarihçilerinden yoksun olarak varlığını sürdürmüştür. Bu büyük sorunun son senelerde Dr. Esra Plümer Bardak ve Derya Ulubatlı gibi gençlerin, yurt dışında aldıkları eğitimlerini tamamlayıp, adaya dönüş yapması ve alanları ile ilgili üretimler yapmaya başlamaları ile yeni ve umut verici bir mecraya doğru yol alamaya başladığını görebiliyoruz. Sanat camiasının senelerdir istediği ve beklediği bu gelişim, sonunda başlamıştır. Bu noktada da bizlere düşen görev, böylesi gençlerin önünü açmak, imkânlar sunarak, yaratımlarını desteklemek ve coğrafyamızda kökleşmeleri için gerekli olan herşeyi, kurum ve kuruluşlar olarak yerine getirmektir.

Milano Üniversitesi'nde Sanat Tarihi ve Eleştirisi üzerine master yapan Ulubatlı, tez konusunu da, bizleri yakından ilgilendiren ve barış ile sanat arasındaki ilişkileri ve sonuçları inceleyen, "Sanatın, savaştan çıkmış toplumları nasıl kurtarabileceği" konusunda gerçekleştirdi. Ulubatlı'nm orijinalini İtalyanca yazdığı tezi PasqualeRotondi- Sanat Kurtarıcıları ödülüne de layık görülerek, basılmak üzere işleme alınmıştır. Bizler, yakın geçmişimizi irdeleyen böylesi değerli bir tezin revize edilerek, Türkçe ve İngilizce olarak yayın hayatımıza kazandırılması gerektiği konusunda hemfikiriz.

Ulubatlı'nın tezi bizler açısından, zamanın hızlı çarklarından sıyrılarak, geçmişi tekrardan hatırlamamıza ve sanatçıların barış adına ortaya koyduğu çabaların değerini anlamaya teşvik ediyor. Toplumlar, sanatçıların ortaya koyduğu eleştirilere, duygulara ve düşüncelere kulak verdiği sürece, içselleştirip, gerçekliklerden kaçmadıkları ve yüzleşebildikleri sürece, daha yaşanılabilir bir dünya ve barışla, geleceğe emin adımlarla ilerleyen bir ada yaşantısına kavuşmak mümkündür. Umalım ki bizden sonraki nesiller, savaşın yaratığı yıkımlar ve sorunlar yerine, barışın, aşkın ve sevginin erdemlerini ve değerlerini konu edinsinler.

Barışa dünden daha çok ihtiyacımız olduğunun altını çizerek, başkanlığını yürüttüğüm derneğim EMAA ve sanatçı olarak kendi adıma Derya Ulubatlı'ya, böylesi zor, hassas ve çetrefilli bir konuyu irdelediği için teşekkür ederim. Ayrıca bu ortaklığı verimli hale getiren DAÜ-KAM Başkanı Prof. Dr. Naciye Doratlı ve merkez çalışanlarına, DAÜ Rektörü Prof. Dr. Necdet Osam ve ekibine teşekkürlerimi sunarım.”

banner979
Yorum Ekle
İsim
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.