Kıbrıs sorunu; ta başlangıçtan beri, bir “self determinasyon” kılıfıyla takdim edildi dünyaya…

Kıbrıslı Rumlar da öyle yaptı, Kıbrıslı Türkler de…

Rum tarafı Enosis’i hedeflerken nasıl ki “self determinasyon”a sarıldı; Türk tarafı da ayrı bir devlet kurarken aynı “sihirli” sözcüklerden medet umdu…

Yakın tarihimiz boyunca; Rum tarafı; tezini savunurken “Kıbrıs halkı”nı hep bir “bütün” olarak gördü ve “self determinasyon” derken, Kıbrıslı Türklerin “ayrı bir varlık” olarak, ayrı bir “hak”ka sahip olduğunu hiçbir zaman kabul etmedi.

1954’te BM kapılarını zorlarken, Rumların temel “tez”i şuydu:

“Kıbrıs halkı” bir bütün olarak self determinasyon hakkını kullanacak ve Kıbrıs, bir bütün olarak Yunanistan’a bağlanacaktı.

Yani; “Enosis” olacaktı…

Kıbrıslı Türkler’in ya da Türkiye’nin; bu tarihsel kökleri çok güçlü “milli ülkü” karşısında bir “alternatifi” yoktu…

“İslam Cemaati” formatındaki toplumun ileri gelenleri “ne istedikleri”ne ilişkin, ortak bir “tavır”a sahip değildi.

Ama; ta başından beri; “ne istemediklerini” çok iyi netleştirmişlerdi.

Kıbrıslı Türkler, yakın tarihimiz boyunca “Enosis”e hep karşı durdular, hiçbir zaman bunu Kıbrıs sorunun çözümünde bir “seçenek” olarak kabul etmediler.

Ancak; ne istediklerini “netleştirmeleri” hiç de kolay olmadı.

Kıbrıs’ın sahibi İngiltere’nin “kurnazca” taktikleri olmasa, belki de Kıbrıs konusunda ciddi bir “tez”leri bile oluşmayacaktı…

İngiltere’nin teşvikleri sayesinde, birkaç pozisyon denemesi sonrasında, 1950’lerin ikinci yarısında “taksim”de karar kıldılar…

Böylece; Rumların self determinasyon talepleri karşısında “çifte self determinasyon”a sarıldılar…

1954’ten günümüze tam 71 yıl geçti.

Ne Rumlar’ın “self determinasyon”u, ne de Kıbrıslı Türklerin “çifte self determinasyon”u gerçekleşebildi.

Arada; “Kıbrıs Cumhuriyeti” kuruldu, arkasından etnik şiddet yılları ve 1974’te “tam bölünme…”

Prof. Niyazi Kızılyürek, “Ada” başlığını taşıyan en son kitabında, tüm bu süreci ele alıyor ve aşırı tarihsel detaylara girmeden “self determinasyon” yolculuğundaki “kilometre taşlarını” analiz ediyor.

Kitabın en önemli özelliği; kaynak ve “boyut zenginliği”dir.

Yazarın “çok dilli” kapasitesi; İngiliz, Türk ve Yunan kaynaklarında aynı dönemlere ilişkin farklı politikaları içeren kanıtlar hakkında bilgi edinmemizi sağladı.

Sanırım; bu yönü ile kitap, yakın tarihimize ilişkin yüzlerce kitaba fark atıyor. “Çok boyutlu” bir tablo halinde, farklı “ulusal siyaset”lerin geçirdiği değişim evrelerini harika biçimde ortaya koyuyor.

Ama daha da önemlisi; sözünü ettiğimiz “self determinasyon” olgusunun 71 yıllık dönüşümünü belgelerle anlatırken, merceği “sol partiler” üzerinde gezdirmesidir.

Kızılyürek; özellikle AKEL’in, işçi sendikalarının “ulusal sorun”da nasıl çuvalladıklarını, zaman zaman nasıl da kilisenin kuyruğuna takıldıklarını, iğne ile kuyu kazar gibi elde edilen arşiv bilgileriyle anlatıyor.

Kitapta kendi “duruş”una ters düşse de, tarihsel saptamalar karşısında keskin taraf olmadan, “ortada durarak” okurun “çok boyutlu” düşünmesini sağlıyor.

Ancak kitabın en can alıcı niteliği; tarihsel ön anlatımın sonunda bir “öneri paketi”yle sonlanmasıdır.

Kızılyürek; “federasyon tezi”nin en ateşli savunucularından biridir. Hatta “kuramcı” kıvamında önermeleri, detaylandırmaları, açılımları vardır.

Ancak yılların bu federasyon “usta”sı bu kitapla, artık federasyon talebinde bir başka “katman”a ulaşmıştır.

Yıllardır savunduğu “federal çözüm”ün karakterine “yapısal” unsurlar eklemiştir.

Ona göre; etnik milliyetçilik, Kıbrıs’ta “ortak irade” olgusunu ve “ortak kader” anlayışının oluşmasını engelledi. Kıbrıs’ta ortak bir halk, biz ve yurt anlayışı gelişemedi. Dış faktörlerin de etkisiyle kendi ortak kaderini tayin edemedi. Dolayısı ile iki toplumun iradelerinin kaynaşmasıyla ortaya çıkacak yeni bir “biz” anlayışına ulaşmak gerekiyor. Yeni bir “Kıbrıs Cumhuriyeti” oluşacaksa, “biz” duygusunun güçlenmesine olanak sağlayacak bir “devlet” olmalıdır. Bu yeni devlet, 1960’da kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’ne damga vuran anlayış üzerine kurulamaz. İradelerin kaynaştırılması şarttır.”

Yine Kızılyürek’e göre, “Yurttaşlık hakları, etnik kökene, soya, dine göre belirlenmemelidir.”

Etnik veya kültürel kimlikleri yadsımayan ama yurttaşlık haklarını kültürel veya etnik kimlik üzerinden okumayan bir “Anayasal yurtseverlik” kavramı önermektedir Kızılyürek…

Yani; Milliyetçilik ötesi bir yurttaşlık bilinci… İnsan onurunun bütün hakların temelini oluşturduğu bir yurttaşlık anlayışı…

“Çok etnikli federasyonda ortak bir üst kimlik…

Tabii bu; yazara göre, etnik milliyetçilikten arınmış bir sol hareket öncülüğünde yapabilir ancak…

Yine Kızılyürek’e göre; “Londra Zürih anlaşmalarının ruhundan uzaklaşılmalıdır.”

Halen görüşme masasında tartışılan “etnik” temelli talepler bu “ruh”u taşımaktadır ve bu talepler, bizi “etno-federalizme” götürebilir ancak…

Bunun için bazı pratik mekanizmalar da öneren Kızılyürek, “çapraz oy ve ağırlıklı oy sistemi” ile “Yasama organının dönüşümlü başkanlık edecek kişileri seçmesi” gibi somut adımlara da kitabında yer veriyor.

Kızılyürek; bu kitabındaki önermeyle federasyon bağlamında, ufkumuzu genişletecek yeni bir sayfa açmış bulunuyor.

Etno-federalizme karşı, entegral federalizm…

“Federasyon” sözcüğünün ortak metinlerden bile çıkarıldığı günümüzde, federasyonu bir “üst” perdeden yeni bir formatla okumak nasıl karşılanacak?

Yarın akşam, bunu enine boyuna tartışacağız. Bekleriz…