Rum tarafı tek taraflı olarak, Çiller dönemi Türkiyesi’nin onayıyla AB’ye üye oldu olalı, bizim de Türk tarafı olarak AB’ye üye olma hayallerimiz var…

AB’ye girelim diyoruz ama AB bize başka yollardan çoktan girdi bile…

Ta 2017 yılından beridir, yani Fetoşlar darbesi bahanesiyle TSK’nın darmadağın edilmesine, eski gücünü yitirmesine yol açıldı açılalı, Türkiye’nin ve dolayısıyla da bizim etrafımızda giderek artan ve son bir iki senedir de zıvanadan iyice çıkan, hamasi siyasetten beslenen bir militarist yapılaşma var.

2017’den beri, bir taraftan Rum tarafı bildik siyasi propaganda malzemeleriyle Türkiye’yi işgalcilikle, barışı engellemekle, çözüm istememekle suçlarken, diğer taraftan İsrail, Almanya, Fransa, Amerika, Ürdün, Suudi Arabistan, Mısır gibi ülkelerin özel kuvvetleri gelip, adanın güneyinde RMMO ile “ortak düşmana karşı” envai tür askeri tatbikatlar yapıyorlar.

2018’den beridir Amerikan ordusunun askeri malzeme depoları sonuna kadar RMMO’ya açıldı, istediği savaş malzemesinden istediği kadarını almasına müsaade edildi, ki bunlar genellikle envai tür mühimmat içeriyor, Rum tarafı dinamit deposuna döndürülüyor…

İşin ilginç tarafı, Rum tarafı durduk yerde anormal bir şekilde silahlanırken ne bizim şimdiki Cumhurbaşkanı Tufan Erhürman, ne önceki CB Ersin Tatar, ne de ondan önceki Mustafa Akıncı bu konuda ağızlarını açıp da tek kelime etmediler, ettilerse de ben duymadım!!!...Sadece arada bir, Türkiye Savunma Bakanları bir iki laf ettiler, o da dostlar alışverişte görsün misali…

1974’de, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluş anlaşmalarını hiçe sayan Rum-Yunan tarafının faşist ve militarist zihniyeti yüzünden adadaki Rum-Yunan silahlı askeri-milis varlığının toplamı 50 bini aşmıştı, Kıbrıslı Türkler adada resmen gettolara hapsedilmişti, 1963’den beri de Türklere karşı irili ufaklı katliamlar 11 yıl boyunca devam etmişti.

Türkiye’nin müdahalesiyle, birkaç bin Türk askeri adaya çıkarma yapmış, sadece birkaç yüz tanesinin (Kayseri Komando Tugayı’nın taburlarına mensup birkaç bölük asker) olağanüstü savaşçılığı ve azmi sayesinde sivilleri, çocuk çoluğu katletmeyi marifet bilen Rum-Yunan askerleri paçavra gibi darmadağın edilmişler, kaçacak delik aramışlardı.

İşin ilginç tarafı, 20 Temmuz’da Türkiye adaya çıkarma yaptığında çatışmalar hemen başlamamış, 20 Temmuz akşamı Beşparmaklarda Rum-Yunan komando taburlarının 18 mücahit ve 3 TSK muhabere astsubayını vahşice katletmesiyle savaş başlamış, 20 Temmuz’u 21 Temmuz’a bağlayan gece Beşparmaklarda Yarbay Cemal Eruç komutasındaki iki bölük TSK komandosuyla iki tabur Rum-Yunan komandosunun çarpışması 20. Yüzyıl savaş tarihinin en şiddetli birkaç dağ çatışmasından biri olarak tarihteki yerini almıştı.

Gece boyunca, yağmur gibi yağan bombalar ve mermilerle tam bir cehenneme dönüşen Beşparmaklardaki bu çarpışmada, sadece birkaç şehit veren TSK komandoları kendilerinden en az beş kat daha güçlü olan Rum-Yunan taburlarına 200’den fazla zayiat verdirmiş ve onları Beşparmaklardan aşağı sürmüş, yaptıkları harekatla da özelde hem Barış Harekatı’nın ve Kıbrıs’ın, hem de genelde tüm doğu Akdeniz coğrafyasının haritasının ve siyasetinin değişimesine neden olmuşlardı.

TSK komandolarının önünden kaçan Rum-Yunan çapulcularının doğuya kaçanları, daha sonra Atlılar, Muratağa, Sandallar köylerinde çocukları, kadınları, yaşlıları katleden, insanlıktan, askerlikten zerre kadar nasibini almamış mahlukatlardı…

Eğer Rum-Yunan komando taburlarının saldırısı olmasaydı ve neticesinde silahlı çatışmalar başlamasaydı, muhtemelen Barış Harekatı sırasında tek bir kurşun bile atılmadan ortalık durulacaktı, TSK’nın varlığı Enosis emellerine karşı caydırıcı bir faktör olacaktı, Rum-Yunan cuntacıların devirdiği Makarios koltuğuna geri gelecekti, belki de Kıbrıs Cumhuriyeti yeniden eski işleviyle yoluna devam edecekti.

Ancak Rum-Yunan tarafını etkisi alan bir avuç fanatiğin pervasız azgınlığı, arsızlığı tüm Kıbrıs’ı bir kaosa sürükledi, bir kan gölüne çevirdi, bedelini hem masum Türkler hem de Rumlar ödedi, sebep oldukları bela ve sorunlar da henüz ortadan kalkmadı.

Barış Harekatı bittikten sonra, TSK’nın adadaki varlığı bir denge unsuru oldu ve siyaseten olmasa da, toplumsal barışın hüküm sürmesinde başrolü oynadı, kimse kimsenin tavuğuna kışt demedi, 96-97deki münferit sınır olayları hariç, kimse kimseyi katletmeye kalkışmadı…

Ancak, gelen giden Türkiye iktidarlarının uluslar arası siyasetteki hataları Rum-Yunan tarafının yeniden azgınlaşmasının önünü açtı, Rum tarafı tek taraflı olarak Türkiye’nin rızasıyla AB’ye girdi, o vakitten sonra da Türkiye’nin AB macerası kilitlendi, Amerika’daki Rum-Yunan-Ermeni lobisinin gayretleriyle ve birkaç sene önce Yahudi lobisinin de bunlarla işbirliğine girişmesi neticesinde de Türkiye’nin çevresinde bir çember oluşturuldu…

2017’den sonra, Türkiye’deki AKP iktidarı hala güzellik uykusundayken ve kendi elleriyle memleketin başına bela ettikleri Fetoşlar çetesinin açtığı belalarla uğraşırken, Türkiye’nin uluslar arası siyasette yarattığı boşluğu değerlendiren, fırsatı kaçırmayıp, Amerika, AB, Rusya ve Çin’den, ve keza bölgedeki Arap devletlerinden ve İsrail’den de istediği desteği alan Rum tarafı, sadece siyaseten değil, askeri açıdan da atağa geçti.

Özellikle AB ülkelerinin önde gelenleri başta olmak üzere, ipini koparan Kıbrıs’a dalmaya başladı.

Amerika, İsrail, Fransa, Almanya gibi ülkelerin özel kuvvetleri gelip, RMMO komandolarıyla askeri tatbikatlar yapmaya başladı, bunlara bir de din kardeşlerimiz Ürdün, Suudi Arabistan, Mısır gibi ülkeler eklendi…

Türkiye’nin burnunun dibindeki Ege adalarının tamamen yasadışı bir şekilde Yunanistan tarafından silahlandırılmasına göz yuman AKP iktidarı, Kıbrıs’taki anormal askeri faaliyetlere de sesini çıkarmadı.

Bunu fırsat bilerek iyice kontrolden çıkan son Rum Cumhurbaşkanı Hristodulis, ölçüyü fazlasıyla kaçırdı ve Rum tarafını tam anlamıyla bir dinamit deposuna çevirmeye başladı.

Hoş, Hristodulis’in militarist yaklaşımından, adaya Fransa, Amerika gibi ülkelerin askeri güçlerini sokmasından, silahlanmaya anormal bütçe ayırmasından, hamasi siyasetinden Rumların büyük çoğunluğu da hiç memnun değil.

Rumların büyük çoğunluğu siyasilerin koltuk ve popülizm uğruna adayı yeni bir savaşın eşiğine getirmesine, yabancı güçlerin adaya doluşmasına karşı çıkıyor, ancak devlet siyasetini de halk değil, koltuğa oturan belirliyor, maalesef ki…

Bir seferberlik ilanıyla en az on milyon savaş-saha tecrübesi olan askeri silah altına alabilecek, devasa bir kara gücüne, 45 yıllık savaş tecrübesine sahip Türkiye’nin elbette Kıbrıs’taki anormal silahlanma ve askeri yapılanmadan korkacak hali yok…

TSK’nın savaş uçağı yönünden hava gücü zayıf olsa da, bölgesel bir çatışma ortamında sahip olduğu farklı hava savunma-saldırı unsurlarıyla bu açığı kapatabilir, ancak birbirlerine sınırları olan ülkelerin giriştikleri savaşların kaderini bugün bile ağırlıklı olarak kara kuvvetleri belirler, hava ve deniz gücü unsurları ise sadece destekleyicidir, tamamlayıcıdır…

45 yıldır, başta Amerika’nın, Avrupa’nın ve İran’ın yarattığı, eğittiği, donattığı, desteklediği ve azdırdığı terör unsurlarıyla mücadele eden TSK’nın kara kuvvetleri öyle tatbikatlarda şov yapan sosyete komandosu türünden, cansız hedeflere ateş eden, eğreti savaş senaryolarıyla uğraşan askerlerden oluşmuyor…

Dünyadaki orduların kara kuvvetleri arasında en fazla, en uzun süre savaş görmüş, üstelik de savaşın her türlüsünü ve kirlisini görmüş tek ordu TSK’dır…

Dahası, TSK komando unsurları boş hedeflere atış yapan sosyete komandosu türünden askerlerden oluşmuyor, tümü sahada savaş görmüş, her türlü çatışmaya girip çıkmış tecrübeli askerlerden oluşuyor… Ve dahası, Türkiye’nin kara gücünde olan yetişmiş asker sayısı, belki de Avrupa’nın toplam özel kuvvet askeri sayısından çok daha fazladır.

Bu şartlarda, Türkiye’nin içine düştüğü mevcut ekonomik ve siyasi krizleri de fırsat bilerek, Rum tarafının arkasına bazı Avrupa, Ortadoğu ülkelerini ve Amerika’yı alarak bir maceraya kalkışması, toplumlar arası siyasi sorunu silahlı bir çatışmaya döndürmesi delilikten, hatta zırdelilikten başka bir şey değildir.

Rum tarafının son bir-iki yıldır yoğun şekilde askeri altyapısını tamamen gereksiz bir şekilde hem savunma hem de saldırı amaçlı geliştirmeye çalışması, ikide bir ipini koparanı adaya getirip saldırı amaçlı tatbikatlar yapması, barışa değil, ancak savaşa, felakete, kaosa hizmet eder.

Provokasyon amaçlı bir kıvılcım, barut fıçısına dönmüş adanın patlamasına yeter de artar bile… Böyle bir durumda da kimse kazançlı çıkmaz, kazanan da kaybeder, kaybeden de kaybeder…

Ayrıca, dünyanın savaş şartları ve şekilleri de artık değişmiştir, “hibrit savaş” denen savaş türü klasik savaş türlerinin önüne geçmiştir.

Hibrit savaş türünün bir sonucu olarak da, Amerika, Rusya gibi ülkelerde devletin başka ülkelerdeki pis işlerini para karşılığı yapan, dünyadaki sayısı 150’yi bulan, irili ufaklı “özel ordular” türemiştir.

Bunlar gibi örgütler savaşlardan dehşetli paralar kazanmaktadırlar, her savaş bunlar için milyarlarca dolarlık rant demektir…

Yani anlayacağınız, savaşlarda sadece silah tüccarları değil, savaşa giren devletlerin pis işlerini kapı arkasında yapan “savaş şirketleri” ve onların işlerini bağlayan “uzantıları” da dehşetli paralar kazanmaktadırlar ve gerek yerel gerekse uluslar arası savaşlar bunlar gibi şirketlerin varlığını sürdürmesi için elzemdir.

Bu şirketlerin varlıkları, oldukları yerde kendilerini pek belli etmeseler de, başta Ortadoğu bölgesi olmak üzere, emin olun dünyanın bütün sorunlu yerlerinde mevcuttur.

Günümüzde dünya öyle bir hale geldi ki, “insan canının değeri” artık sadece üzerinden para kazanmak için bir meta olmaktan öteye geçmemektedir.

Savaş sektörü, ilaç sektör, enerji sektörü ve teknoloji sektörü insan varlığını sadece para kazanma amaçları uğruna tüketilebilecek veya türetilebilecek bir meta olarak görmektedir.

Bu şartlarda, hayal dünyası çok geniş olduğu her halinden belli olan Hristodulis gibi liderler de insan canını para kazanma uğruna bir aracı, bir meta olarak gören şirketler için vazgeçilmez, kullanışlı aparatlardır…

Yine, bu şartlarda, birileri para kazanacak, emperyalist ve kapitalist çıkarları korunup kollanacak diye Kıbrıs’ın ikinci bir maceraya ihtiyacı yoktur; Kıbrıs iki topluma da, iki toplumun devletlerine de yeter, yeter ki adayı 65 yıldır sorundan soruna sürükleyen doyumsuz ve sorumsuz siyasi anlayış yerini sağduyuya bıraksın, Avrupa’ya girelim derken Avrupa ve diğer “elebaşı” ülkeler emperyalist, kapitalist çıkarları için bize savaş yolu ile girmesin…