Hem birbirimizi, hem de kendi kendimizi kandırıyoruz…
Bu “seçimler” fazlasıyla kirlenmiştir…
Yok Ankara daha sahaya inmemiş, yok geçen seferki gibi olmayacakmış…
Yok daha “somut” birşey görmemişiz…
Hele Erdoğan, KKTC seçimleri konusunda “kim kazanırsa kazansın” dedi ya…
Dünyalar kadar sevinenler oldu…
Demek ki “birini işaret etmedi…”
Demek ki bu defa bizi rahat bırakacak…
Zaten onun söylediklerini tercüme etmek gerekmez…
Elbette “müdahale” algısının binlerce versiyonu vardır ve her birinin “dozu” beynin dehlizlerinde kantara vurulmaktadır.
Kıbrıs’ın mahalle siyasetçisi “kantara vurma” işinde ustalaşmıştır.
Bu yüzdendir ki, “müdahale” konusunda bir “toplumsal uzlaşı” ya da ortak norm yoktur.
1990’da; Prof. Mümtaz Soysal televizyona çıkıp “Milli Kıbrıs davası bitmedi. Bu yüzden Kıbrıslı Türkler Denktaş’ı seçmeli…” dediğinde yer yerinden oynamış, muhalif partiler “seçimlere müdahale yapıldı” diyerek Meclis’i boykot etmişti.
TKP ve CTP milletvekilleri o dönemde seçildikleri halde Meclis’e girip oturmamıştı.
Tabii kim bilebilirdi ki; yıllar önce bir “tv konuşması” yoluyla yapılan müdahalenin, şimdiki yeni model ve teknikler karşısında çok “naif” bir karışmacılık türü olarak kalacağını…
Günümüzde, TC’nin “havuz medyası” gündelik olarak, hatta “canlı yayın”larla, her işimizin içindedir. Son örnek “öğrencilere türban” konusunda yaşandı. Demedikleri yalan, Anayasa Mahkememize atmadıkları çamur kalmadı. Özel programlar, yerinden özel röportajlar, devlet kurumlarını hedef alan hakaret dolu videolar…
Sanki, 64 milyon TC seçmeniyle, hep birlikte Atatürk İlkokulu’nda oyumuzu kullanmaya gideceğiz.
Tabii; Ankara’nın her zaman “müdahale”si, terbiyeli ya da terbiyesizce olmuştur.
Ancak bunu çağıran, davet eden, adeta “gelin bana seçimde yardım edin” diye yalvaran yerel siyasetçiler çok daha fazla suçludur.
Örneğin UBP, genel kuruluna dıştan “müdahale” yapıldığında ve başkanı için “Bu adamı istemeyiz” dendiğinde kuzu kuzu bir başkasını seçti ve bunu içine sindirdi.
Diğer iki ortağı kendisinden çok daha “biatçı” ve teslimiyetçi davrandı.
Ankara’nın bir işareti ile bir gecede hükümeti dağıttılar. İşaret edilen yeni “Başbakan”ı anında bağırlarına bastılar…
Tabii iç siyasetin “omurgası” böyle olunca, Ankara’nın yaptıkları onların gözünde “müdahale” sayılmaz…
Toplumun bir başka kesiminde ise bu seçimleri “kazasız belasız” atlatma eğilimi hayli yüksek ve bu yüzden bir türlü, dıştan müdahaleyi “kabullenmek” kolay olmuyor.
Aslında bu kesimdeki “somut kanıt” talebi, İngilizce’de harika bir sözcükle ifade ediliyor…
“Wishfull thinking…”
Gerçekçi ya da mantıklı olmayan bir beklentiyi, sadece kendi arzusu yüzünden doğruymuş gibi kabul etmek…
Yani yaşananları; oldukları gibi değil, olmasını istediğimiz gibi okumak…
Oysa durum; görmek isteyenler için çok “net…”
Aylar öncesinden başladı senaryo…
Bay Tatar “bağımsız aday” olmaya karar verirken, Ankara bu işin içinde değil miydi?
UBP’nin iki ortağı Tatar’ı destekleme kararı alırken, Ankara bunun neresindeydi?
O gün “seçim” startı Ankara’da verilmemiş miydi?
Arkasından Erdoğan’ın Tatar’la yanak yanağa posterleri asıldı ülkenin her yanına…
Bundan önceki dört Cumhurbaşkanı’nın hiçbiri; TC’de bir partinin ya da siyasetçinin koltukları altında görünmeyi ve kampanyasında “ana figür” olarak TC Cumhurbaşkanı’nı kullanmayı denemedi.
Tatar’ın, Kıbrıs’ın her yanına astırdığı posterlerde “Ay yıldız aynı yoldayız” sloganı, seçimlere giderken AKP kaynaklı bir stratejinin ürünü değil miydi?
Ya; muhtarların topunu birden seçim yasakları içinde Ankara’ya çağırmak… Onlara “Kıbrıs dersi” vermek “masum” bir girişim miydi?
Peki; şehit ailelerine, sosyal yardım alan 10 bin 750 kişiye tam da seçim üstü 10’ar bin TL. dağıtmak “aşağılayıcı” bir seçim rüşveti değil mi?
Bütçe dışı 107 milyon TL.’yi, Tatar’ın isteği üzerine hemen veren, Tatar’ın bu “rüşvet” üzerinden seçim öncesi propaganda yapmasına vesile olan TC Cumhurbaşkanı Yardımcı Cevdet Yılmaz’ın davranışı çok mu “masum”dur?
Tüm bunlar; içten ve dıştan karışma ve müdahale değil mi?
Bilelim ki; Ankara, burada kendi “uşşağını” görmek istiyor…
Bu yüzden de geçmişten beridir “müdahale” vardır ve gören gözler için “somut”tur…
Tabii; Türkiye siyasetinde şimdiki gibi hoyratlık, kabalık ve Alaturkalık yoktu…
“Siyasi terbiye” alangirli işlerin “saman altından” yürütülmesini gerektiriyordu.
Oysa günümüzde, AKP yönetiminin ve bizzat Sayın Erdoğan’ın böyle bir “gailesi” yok…
Kıbrıs’a verdikleri her kuruş, verdikleri her “emir” bilinsin, görünsün istiyorlar…
Bu yüzdendir ki, seçimlerimize “müdahale” ederken “ortalık” yerde “Karagöz Oyunu” oynatıyor gibi davranıyorlar.
AKP Başkan Yardımcısı Bay Soylu; Maraş’ta, Dipkarpaz’da kendi ülkesinin “çift pasaportlu” yurttaşlarını ziyaret ederken bunu “gizlenerek” yapmıyor…
Buraya çıkarma yapmaya hazırlanan “başı bağlı” kadın siyasetçiler de öyle…
Bize “göstere göstere” kime oy vermemiz gerektiğini anlatıyorlar…
Ne yazıktır ki ülkemde tüm bunları “sineye çekebilen” politikacılar çoğunlukta…
Dünyada kimsenin tanımadığı bir “seçim” yapıyoruz. Uluslararası gözlemci çağırmak bile kimsenin aklına gelmiyor. Yani “meşruiyet” derdimiz de yok…
Gene de “yurttaş”ın bir sorumluluğu var diyorum. Sandığa gitmek ve oyunu kullanmak.