Zaman zaman hatırlatırız. Buralara nasıl geldik, diye. Bir yerde geri kalmışlığımızı hatırlatmak gerekir yeni nesillere. Toplumsal kavgalarımızın henüz başlamadığı zamanlarda iki halkın, hatta üç halkın sosyolojik ve ekonomik yapısını irdelediğimizde pek çok neden çıkıyor ortaya.

Her alanda olduğu gibi yazar ve araştırmacı Ahmet An, derinlemesine araştırma yaparak Kıbrıs Türkü’nün neden geri kaldığını gözler önüne seriyor.

Çoğu insan eski güneri konuşmak veya irdelemek istemez. Lakin şu geri kalmışlığın nedenlerini konuşup yazmak ve yeni nesilleri bilgilendirmek gerekir.

Şayet bu konuda bir panel düzenleyecek olursak, herhalde yeni nesiller bize şöyle bir yanıt verecekler.

“O yaşadıklarınız sadece sizi ilgilendirir. Bugün yaşadıklarımız da bizi.”

Mantıken düşündüğümüzde bu doğru cevap olabilir. Yine de hatırlatmakta yarar vardır, diye düşünüyorum.

Ahmet An’ın son kitabı “Kıbrıs Türk Toplumunun Geri Kalmışlığı (1892-1962).”

Hayli ilgimi çeken bulguların bazıları şunlardır:

1. Kahve köşelerinde tembel tembel vakit geçiren işsiz, idealsiz ve öncüsüz bir gençlik.

2. Sanat ve ticareti hor görmek. Hükümet işlerine düşkünlük.

3. Kıskançlık.

4. Halka öncülük yapmak için fedakarane çalışanlara çamur atmak.

5. Türkün Türkü koruması prensibinin hatıra bile gelmemesi.

6. Nemelazımcılık.

7. Zevk için israf.

8. Kıbrıs’ta Türklüğün bekasının ciddi bir dava olduğunu benimsememek.

Ve dahaları...

Gerek şehir merkezlerindeki, gerekse kırsal bölgelerdeki kahvehanelerde pinekleyen nice insan vardı. Hala daha vardır bence. Özellikle boş zamanlarını kahvehane köşelerinde kağıt ve tavla oynayarak geçiren insanlar, hem kendi geleceklerini, hem de toplumun geleceğini düşünmeyip, hazıra alışan insanlardır bunlar.

Sanat ve ticareti hor görmek...

Yazarın sanat dediği şey, esasında “zanaat”tır. Yani bir meslek sahibi olmak. Memuriyet hayatımda Turizm Bakanlığında görev yaptığım zamanlarda ailelere teklinde bulunurduk.

“Çocuklarınızı zanaat sahibi yapınız. Özellikle otellerde yetişerek çok mükemmel bir aşçı, çok iyi bir kat hizmetlisi, önbüro ve çevre dünelemelerine teşvik ederdik.

Aileler bize şu yanıtı verirlerdi.

“Ben çocuğumu mutfakta yemek pişirmek için yetiştirdim. Ben çocuğumu otellerde temizlikçi ve bahçeci olması için mi yetiştirdim?”

Yani anlayacağınız her aile kendi evladının hükümet dairelerinde görev almasını isterler. Bu hastalık geçmişte vardı, şimdi de vardır.

Türkün Türkü koruması da önemli bir unsurdur. Hele geçmişte bizim insanlarımız aylak aylak kahvelerde pineklerlerken Rumlar ve Ermeniler, taştan ekmeğini çıkarırlardı. İncelerseniz göreceksiniz piyasada ticaret erbabının çoğunun Rum ve Ermenilerden ibaret olduğunu.

Türkün Türkü koruyup desteklemesi bambaşka birşey. Mesela olaylardan önce tanık olduğum bir konuşma hala anılarımdadır. Zaman zaman arastada bir yakınımı ziyaret ederdim boş zamanlarımda veya çarşıya uğradığımda. O yakınım kendisini ziyarete gelen Ermeni’ye sormuştu ne içecek diye. “Kahve içer misin Onnik Efendi?” diye sorulduğunda O Ermeni şöyle bir yanıt vermişti.

“Yok be Derviş efendi. Ben kahve falan almayım, bana bizim Pampakyan’ın gazozundan söyle” derdi.

Yani Ermeni’nin Ermeni’yi desteklemesi babında.

Rum arastalılar da aynı şekilde düşünceye sahipti. Onlar da birbirini desteklerlerdi.

“Şahsi ve milli iktidarın ne demek olduğunu bilmemek” gibi adeta uyku zamanlarıydı.

Merhum Dr. Küçük İsviçre’den doktor olarak geldiğinde o açmıştı var oluş ve milliyetçilik bayrağını. Gurupları oluşturdu, köylere gidildi, Türkiye’yi uyandırmak için Ankara’ya gidildi. O bir uyanıştı. Dr. Küçük o bayrağıu açmasaydı kim bilir bugün ne durumda olurduk...

Ahmet An’ın bize geçmişimizi hatırlatan sözleri, gerçekten çok önemlidir. O nedenle ben de bu düşüncelerine katılarak nereden nereye geldiğimizi yazmak istedim bugünkü köşemde.