Kurulurken ABD, İngiltere, Fransa, Yunanistan gibi tarihin en güçlü emperyalist ağababalarının ortak planlarını yerle bir ederek kurulan Türkiye Cumhuriyeti, Sevr’in yaratıcısı olan ABD’nin bugüne kadarki en büyük karın ağrısıydı ve halen de öyledir…
ABD’nin bugünkü Türkiye büyükelçisi Barrack’ın pervasızca Türkiye Cumhuriyeti’nin 1919 öncesi ayarlarına dönmesinin bölge (Doğu Akdeniz coğrafyası) için en doğru ve ideal çözüm olacağını ifade etmesi ve bu söylemlerinin Türkiye’yi yönetenler (ya da yönettiğini sananlar) tarafından cevapsız bırakılması boşuna değildir.
Neydi o ayarlar, hepimiz biliyoruz…
Ama o ayarların çok önemli bir özelliği de vardı, ki bu özellik Doğu Akdeniz coğrafyasının ve emperyalizm çıkarlarına uygun olarak Müslüman ülkelerin dizayn edilmesinde en önemli özelliktir, en kullanışlı aparattır; siyasal İslam…
Emperyalizmin uşaklığı için yaratılan siyasal İslam her türlü emperyalist hedefin vazgeçilmez aparatı olarak bugün coğrafyamızdaki her türlü siyasi oluşumun merkezine oturtulmuştur!!!
Yüzlerce, hatta binlerce yıllık Ortadoğu tarihinde envai tür sebeple peydahlanan irili ufaklı yerel tarikat ve cemaatları saymazsak, emperyalist çıkarlara hizmet için yaratılan ilk siyasal İslam aparat örgütü Mısır’da İngilizler’in Fransızlara karşı peydahladığı Müslüman Kardeşler örgütüdür.
Bu örgüt hem İngilizler hem de Fransızlar tarafından emperyalist çıkarları doğrultusunda çatır çatır kullanılmıştır, İkinci Dünya Savaşı’nda ise bu örgüt doğrudan Nazi rejiminin kontrolü altına girmiştir.
Elebaşlarından bazıları ta Berlin’e kadar gitmiş, Hitler ile bizzat görüşmüş, Yahudilerin çatır çatır yakılıp sabun yapıldığı soykırım kamplarını gezmiş, Nazilere alkış tutmuştur…
Nazi rejiminin çöküşünden sonra ABD siyasal islamın ne kadar kullanışlı bir aparat olduğunu öğrenmiş, siyasal islamı hedefine koyduğu coğrafyalarda, özellikle de Ortadoğu, Asya ve Afrika ülkelerinde çatır çatır uygulamaya sokmuştur.
Varlığını hazmedemediği Türkiye Cumhuriyeti’ne doğrudan saldırmaktan kaçınmış, akıllıca taktikler izlemiş, Türkiye’nin her köşesine ulaşan ve Anadolu insanı için bilim, medeniyet ve üretim merkezi olan Köy Enstitüleri 1950lerin başlarından itibaren “masraflı oluyor” gerekçesiyle kapatılmaya başlanmış, Menderes döneminin başlangıcıyla birlikte de Türkiye’nin her köşesinde bilime ve üretmeye değil, din öğretisine odaklanan sayısız imam hatip lisesi dikilmeye başlanmıştır.
Bu imam-hatip okulları ABD tarafından Atatürk tarafından kapattırılan, her biri emperyalist ajanların markajında bir tarikat yuvasına dönüşen tekke ve zaviyelerin yerine yumuşak geçişle geçecek, devlet eliyle yaratılan ve dini bütün halk tarafından da itiraz görmeyecek, ilerde Atatürkçü ve laik sisteme yumuşak geçişle nüfuz edebilecek, Cumhuriyetin temel değerlerini emperyalist çıkarlar doğrultusunda sistematik olarak dönüştürebilecek, kullanışlı ve kurumsal bir aparat olarak görülmüştür.
Aynı anlarda, yani 1950lerin başlarında, yine ABD tarafından Türkiye’de komünizmle mücadele dernekleri kurulmaya başlanmış, ilk “öğrencileri” de bugün bile bilindik, Cumhuriyet tarihine damga vuran isimler olmuştur; Fetullah Gülen, Abdullah Öcalan, Turgut Özal, Süleyman Demirel, Recai Kutan, Adnan Menderes, Celal Bayar, Cemal Gürsel, Fethi Tevetlioğlu gibi isimler olmuştur…
Eş zamanlı olarak, yani 1950’lerin başında, aralarında bugünkü AKPnin temel taşlarını oluşturanların geçeceği yolu hazırlayan Korkut Özal, Abdülkadir Çavuşoğlu, Kemal Unakıtan gibi siyasal İslamcı İlim Yayma Cemiyeti de kurulmuştur…
Böylece ABD, Türkiye’de Adnan Menderes iktidarının başlamasıyla birlikte, bir taraftan sözde Rus etkisine karşı kurgusal bir oluşum başlatırken diğer taraftan da sırasıyla İngilizlere, Fransızlara ve Almanlara hizmet eden Müslüman Kardeşler gibi bir siyasal İslamcı örgütün temellerini Türkiye içinde de atmış, bir bir taşla iki kuşu birden indirmiştir…
Aslında ABD, önce İngilizlerin ve Fransızların Ortadoğu’daki din sömürüsüne dayanan taktiklerinden, sonra da Nazilerden aldığı dersten yola çıkarak, 1950’den itibaren siyasal İslamı ilmek ilmek örme işine önce Türkiye içinde başlamış, sonra da bütün Doğu Akdeniz coğrafyasındaki ülkelerde bu işi devam ettirmiş, İran, Afganistan, Irak, Suriye, Mısır gibi Sovyet siyasi ve askeri etkisi altında bulunan ama özünde laik devlet yapısına sahip ülkeleri darmadağın etmiş, siyasal İslamı genlerine kadar bu ülkelerin içine sokmuş, bu ülkeleri ve hedefindeki toplumları birbirine kırdırmış ve halen de aynı taktiklerine ve politikasına devam etmektedir...
Adı geçen ülkelerde uyguladığı dönüştürme politikasının en uzun sürdüğü ülke Türkiye olmuştur, elbette bunun sebepleri vardır.
Birinci sebep, Türk milleti tarafından Cumhuriyet’in kurucusu Atatürk’e verilen değer ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasına giden yolda yapılan, tarihte eşi benzeri olmayan milli mücadele değerinin millet tarafından tamamen özümsenmiş, sahiplenilmiş olmasıdır.
İkinci sebep, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu oluşturan temellerin her türlü olası emperyalist fırıldaklığın dikkate alınmasıyla, üstelik de geleceğe dönük olasılıkların da dikkate alınmasıyla yaratılmış olması ve Cumhuriyetin temel değerlerini ve bütünlüğünü oluşturan savunma, yargı, eğitim, ekonomi gibi temellerin Cumhuriyet’in ilk on yılında çok sağlam temellere oturtulmuş olmasıdır.
İngiltere bunu daha başından fark etmiş ve Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren, 1937 yılına kadar Cumhuriyete karşı Anglo-Amerikan destekli 27 büyük çaplı bölücü, şeriatçı Kürt ayaklanması peydahlanmıştır…Hızları 1937’de kesilmiştir çünkü “organizatörler” İkinci Dünya Savaşı’nın yaklaşmasıyla kendi canlarının dertlerine düşmüşlerdir…
Organizatörler kendi canlarının derdiyle uğraşırken Türkiye’de Türk-Kürt çatışması diye bir şey olmamış, milli barış hüküm sürmüştür.
1950’den itibaren film yine başa sarmıştır, emperyalizm uşağı “sorunlu Kürtler” Türkiye’de Kürt sorunu diye bir sorun yaratmak için özel gayret sarfetmeye başlamıştır.
Bu arada, sadece Türkiye’nin üniter yapısını hedefe almakla yetinmeyen ABD, hedefine bütün Ortadoğu’yu ve Kuzey Afrika’yı almıştır.
Müslüman Kardeşler denen kullanışlı aparatların adı Hamas olarak değiştirilmiştir.
Hamas’ın siyasi yapılanması öyle sanıldığı gibi Filistin’de, Mısır’da veya Türkiye’de filan olmadı.
İlk siyasi yapılanmasının adımları 1992’de Washington’da atıldı, arkasından da Amerikan-İslam İlişkileri Konseyi (CAIR) adıyla 1994’de CIA ve FBI ortak çalışmasıyla Washington’da Capitol Hill’de, Washington’un en nezih bölgesi olan Beyaz Saray bölgesinde kurduruldu…Herhalde şaşırmamışsınızdır!!!
Eh, fetoşlar tayfasının elebaşı da Pensilvanya denen nezih bölgede, özel bir villada yıllarca ağırlandıktan ve Amerikan ordusunun iki özel timi ile 7/24 korumaya alındıktan sonra, Hamas’ın da elebaşlarının Washington’da oturmasında pek de şaşacak bir şey yoktur, yani…
Hamas’ın görünürdeki ve sözde kurucusu Ahmed Yassin denen şahıstır, ama detaylar incelendiğinde bu şahıs sadece bir ara elemandır, kullanışlı aparat (veya kullanışlı düşman, ne derseniz deyin) olarak son kullanım tarihi gelince de İsrail tarafından havaya uçurulmuştur, tıpkı ondan öncekiler ve sonrakiler gibi…
Neyse, devam edelim, Washington’a göbek bağıyla bağlı ilk Hamas siyasi çete lideri Omar Ahmad (Ömer Ahmet) oldu… Ürdün’de doğan bu şahıs Santa Clara Üniversitesi’nde siyaset bilimi üzerine master de yapmıştı.
California merkezli ve Katolik inancına bağlı Santa Clara Üniversitesi İsa Tarikatı (Jesuit Order olarak bilinir ve dünyanın gelmiş geçmiş en güçlü tarikatıdır, hale de öyledir) tarafından kurulmuş bir üniversitedir ve ABD’nin en köklü üniversiteleri arasındadır!!!...İngilizce mottosu “For the greater glory of God”, yani “Tanrı’nın daha büyük zaferi için…” ifadesidir…
Cihatçıların “Allah-ü ekber – Tanrı büyüktür” ifadesine çok benziyor, değil mi!!!...Tesadüf işte…
120den fazla ülkede faaliyet gösteren ve eğitimden siyasete, ticaretten din simsarlığına uzanan derin işlerle uğraşan İsa Tarikatı (Jesuit Order) Katolik Kilisesi’ne bağlı en büyük tarikattır, yukarda belirttiğim gibi, tarikat olarak da dünyanın en büyük ve güçlü tarikatıdır…
Ve, Hamas’ın ABD ayağında siyasi büro kurucusunun geçtiği yolu bu tarikata bağlı bir kurum belirlemiştir!!!
Amerika’daki Rum-Yunan-Ermeni lobisinin de sağlam desteğini alan, Yahudi lobisi tarafından da dikkatle izlenen ve “kullanışlı düşman, kullanışlı aparat” olarak görülen bu ekip, kurulduğu günden beri CIA ve FBI bilgisi dahilinde Hamas’a onlarca milyon dolar kaynak aktarmıştır…)
Zaten 26 Şubat 2025 tarihinde ABD senatosunda Gregg Roman denen şahsiyetin verdiği bilgiler de yolu doğrudan Türkiye ile kesişen ve Türkiye’nin de başına her türlü bela olan cihatçı örgütlerin örgütlenmesinde Amerika’nın rolünü ballandıra ballandıra anlatmıştır.
Peki bu Jesuit tarikatı Türkiye’de de aktif mi?
E, olmaz mı… Ta 1609’dan beri Anadolu topraklarındadırlar ve en önemli görevleri de emperyalizmin ağababaları karşısında duvar gibi dikilen Türk milletini çok sevmektir!
Her neyse, hikayeyi biraz kısaltalım.
Dedik ya, bir taraftan Anglo-Amerikan icadı siyasal İslam pratiğinin fabrikasyon üretimi cihatçı çapulcular, öteki taraftan PKK, PYD, YPG gibi çakma milliyetçi terörist örgütler, hepsi de kendilerine biçilen rolü kontrollü şekilde yerine getirmişlerdir ve halen de getirmektedirler.
Uzatmadan özetleyelim, Anglo-Amerikan icadı Hamas, kullanışlı düşman olarak, İsrail’e istediği fırsatı verdi ve İsrail’in Gazze’deki hedeflerine ulaşmasını, ayrıca Suriye’deki hedeflediği noktalara da yerleşmesi için gerekli sebebi yarattı… Olan da Filistin’deki çocuklara oldu, ne olup bittiğini anlamadan savaşın dehşeti içinde en az 15 bin çocuk katledildi.
İsrail, bununla yetinmedi, çevresinde İran ve ABD senatosundaki Rum-Yunan-Ermeni lobisi destekli cihatçı terör örgütlerinin kafasını da çatır çatır ezdi, en sonunda da İran’ı gafil avlayarak toz duman etti, mollaların haşatını çıkardı… Savaşın gereği, kendisi de birtakım yaralar aldı ama anında yaralarını sardı, ödediği bedelleri kazançlarına karşılık kabul edilebilir bedeller olarak hanesine işledi.
Bu arada, cihatçıları Suriye’de topladılar, Rusya yanlısı Esad’ı devirdiler, cihatçı katiller sürüsünü devletin başına geçirdiler, bu sırada iki adım ötelerinde İsrail tankları ve özel kuvvetleri Şam’ı süpürmek için hazırda bekliyordu…
Manzara bu iken, sözde İsrail düşmanı cihatçı sürülerinin çakma Suriye hükümeti anında İsrail’e biat ettiklerini açıkladılar!!!... Ne yapsalardı yani, diyebilirsiniz…
Aynı anlarda PKK’nın uzantısı SDG, yani eski adıyla PYD/YPG, fırsattan istifade, ABD desteğinde ve korumasında Suriye’nin kuzeyinde, Türkiye sınırında kendi özerk devletini ilan etti…
Böylece fiilen Suriye, her iki tarafı da göbekten ABD’ye bağlı, “duruma göre kullan-at/değiştir” aparatı türünde cihatçı ve Kürt terör örgütleri tarafından idare edilmeye başlandı…
Türkiye’de AKP-MHP iktidarı ise çok ilginç bir tavır sergiledi, nerdeyse Dante’nin İlahi Komedyası’nı yeni baştan yazdı…
AKP-MHP iktidarı bir taraftan SDG’ye silah bırakması ve cihatçıların egemenliği altına girmesi çağrısını yaparken, diğer taraftan “Terörsüz Türkiye” sloganı diye “kulağa hoş gelen” bir slogan uydurdu, diğer taraftan 40 binden fazla askerin ve 10 binden fazla vatandaşın katlinin baş sorumlusu Apoş ve tayfasının ayağına gitti ve hem kendi kendisini yerin dibine soktu, hem de Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk defa devlet TSK’nın defalarca ezip elediği Anglo-Amerikan emperyalizminin uşağı terör örgütünü muhatap alarak, devlet otoritesini terör örgütünün seviyesine indirdi…
E, hal böyle olunca, emperyalizmin kuklaları da coştu, bazı talepler sıraladılar; Apoş’a derhal özgürlük; bütün terör örgütü üyelerine, suça karışsınlar ya da karışmasınlar, özgürlük (af maf da değil, doğrudan özgürlük, sanki hiçbir şey olmamış, hiçbir halt etmemişler gibi…); Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde özerk Kürt yönetimi kurulması; Bu bölgelerden TSK’nın çekilmesi ve güvenliğin Kürt otoritelere, yani PKK’ya bırakılması…
E, AKP iktidarı döneminde kumpaslarla, entrikalarla çökertilen, başı beladan belaya sokulan, teröristin tanık, TSK komutanlarının sanık yapıldığı bir süreçte, devletin durduk yerde gündem değiştirerek ayağına gittiği bir ortamda Anglo-Amerikan çetesi bunları istemesin de ne istesindi yani!!!
Tam da bu sırada, ABD’nin Türkiye büyükelçisi Tom Barrack denen şahıs sahneye fırladı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ulus devlet yapısının doğru olmadığını, 1919 öncesine, Osmanlı devleti tarzına dönüşün en doğrusu olacağını ileri sürdü… Yani, özetle dedi ki, siz tam yüz senedir bizim doğu Akdeniz coğrafasındaki emperyalist çıkarlarımızın karşısında duvar gibi dikilen Türkiye Cumhuriyeti’ni lağvedin, bizim istediğimiz gibi, bizim maskaramız olacak uyduruk bir sistem kurun, size bir de çakmasından padişah uydururuz, olur biter!!!... Tıpkı Suriye’de yaptığımız gibi…
Tam da eşzamanlı olarak, 75 yıllık tarihte ilk defa, Rum-Yunan-Ermeni lobisi ile Yahudi lobisi Kıbrıs üzerinden Türkiye’ye karşı askeri, ekonomik ve siyasi işbirliğine girişti ve açık açık Türkiye’ye karşı bir ittifak oluşturdular, İsrail de Türkiye’nin Kıbrıs’ta işgalci olduğu korosuna katıldı…
Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurucusu ve garantörü olan Türkiye, özellikle son 8 yılda Rum tarafının askeri ve siyasi ataklarına da seyirci kaldı, Rumların İsrail-Almanya-Frans-ABD-Ürdün-Suudi Arabistan ve hatta Hindistan ile bile askeri işbirliklerine girmesine, bu işbirliklerini ileri götürmesine, güney Kıbrıs’ı tam bir dinamit deposuna çevirmelerine de seyirci kaldı…
İşin ilginç tarafı, Kıbrıs’ın Anglo-Amerikan emperyalizmine hizmet edecek bir şekilde barut fıçısına döndürülmesine bizden çok Rumların kendileri isyan ediyor, kendi siyasi yönetimlerine karşı çıkıyor, ama Hristodulis hala hayal aleminde gezerek, Rum toplumunu çağın yeni modası olan bir hibrit savaş psikolojisine sokmak için özel bir uğraş veriyor, hangi akla hizmetse!!!
Bütün bunlar, son yirmi yıldır Yunanistan’ın Türkiye’nin burnunun dibindeki Ege adalarını Lozan anlaşmasına aykırı bir şekilde silahlandırmasına sesini çıkarmayan, ilerleyen süreçte fetoşlar tayfasının komplolarıyla TSK’yı hırpalamasına olanak sağlayan, Türkiye’nin dört bir taraftan kuşatma altına alınmasına seyirci kalan, Anglo-Amerikan icadı cihatçı terör örgütlerini nafile bir çabayla kendi kontrolü altına almaya çalışan, TSK’nın başını defaeten ezdiği PKK elebaşının ayağına popülizm uğruna giden AKP’nin girdiği yolun doğal sonuçlarıydı…
Bütün bunlar olurken Türkiye’nin içine doluşturulan ve ülkeyi eşi benzeri görülmemiş bir mülteci kampına çeviren en az 15 milyon mültecinin yarattığı ve neticesinde devletin tüm organik yapısını baştan sona mahveden dehşet boyuttaki ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasi sorunlar unutuldu…
Kıbrıs ve Türkiye’nin çevresindeki şer çemberi daralırken, ekonomik ve siyasi açıdan ülke tam bir batağa saplanmışken, her an ülkeyi yeni bir deprem felaketi vurması beklenirken, değil öyle elli bin filan, yüzbinleri öldüren, milyonları perişan eden 6 Şubat felaketinin sorumlularının çok azı yargıya havale edilmişken ve yargı sistemi bu konuda havanda su döverken, bir bakıyorsunuz ki gündem kim kiminle yatmış, kim hangi uyuşturucuyu kullanmış…
E, uyuşturucu trafiğinde sorma gir hanına döndürülen bir ülkede neydi olacağı!!!
Son yirmi yılda aklın almayacağı kadar ahlaksızlık türü, kokuşmuşluk ve çürümüşlük ülkeyi ve toplumu baştan aşağı sardı…
Bütün bu çürümüşlük sadece siyasi aymazlık yüzünden olmadı, aynı zamanda topluma her türlü kötülüğü, aymazlığı, çürümüşlüğü, şiddeti dayatan ve bilinç altına sokan medyatik aymazlık yüzünden de oldu ve halen de olmaya devam ediyor.
Bütün bu kötülükler son yirmi yılda ilmek ilmek örüldü, ülkeyi ve toplumu örümcek ağı gibi sardı, kötülüğün farkında olan insanlar kurtuluş için debelendikçe ağa daha da sarıldılar.
Muhalefet de onca yıldır havanda su döverek, adeta kötülüğün değirmenine su taşımaya devam etti.
Gelelim Kıbrıs sorununun nasıl çözüleceğine!
Biz Kıbrıslı Türkler tam da Gordion düğümünden beter bir ortamda sıkışıp kalmışken, belli ki olayların ve gidişatın pek de farkında olmayan bizim yeni seçilmiş Cumhurbaşkanımız Tufan Erhürman kendi egemenliğe sahip iki bağımsız ama işbirliği içinde olan komşu devlet siyasetini değil de, zoraki bir evlilik demek olan federasyon çatısı altında iki eşit devleti savunuyor… AKP ise sadece lafta iki ayrı, bağımsız devleti savunuyor, pratikte ise ayrı, egemen bir Kıbrıs Türk Devleti’nin varlığını kalıcı hale getirmek için önce kendisi hiçbir adım atmıyor, ama dünyaya hadi bunu kabul edin diyor, milletin aklıyla alay ediyor, haliyle de artık kimse AKPye ve bir zamanlar adı bile geçtiğinde titredikleri, durakladıkları, hatte bazen karşısında hazırola geçtikleri Türkiye’ye zerre zırnık saygı göstermiyor …
Böylesi bir siyasi ortamın neticesi olarak da, işine gelmediği için 1963, 64, 67 yıllarında Rumların yaptığı soykırımı, 15 Temmuz 1974’de Rum-Yunan faşistlerin Makarios’u nasıl bir darbeyle devirdiklerini, sivil Türkleri çocuk çoluk demeden nasıl katlettiklerini ve toplu mezarlara nasıl doldurduklarını unutan Hristodulis Rumları bile çileden çıkaran bir gözü kararmışlıkla güneyi barut fıçısı haline getirirken, güneydeki papaz başı da çıkıp, hadi ordan, ne federasyonu be diyor, tek çözüm Kıbrıs Cumhuriyeti’ne dönüştür diyor…
“Bizimki” hala durumun farkında değil ve bunlarla “ideal” bir çözüm bulabileceğini, Kıbrıslı Türkleri kendileriyle eşit bir halk olarak kabulleneceklerini sanıyor…
Hadi, bir de buradan yakın…
Peki, bu kadar fiyasko arasında Kıbrıs sorunu nasıl çözülecek diye sorsak!!!...
Rahip Brunson meselesinin çözüldüğü gibi, bir "Höt dedik!" ile “hopbidik” şekilde çözülürse, şahsen hiç şaşırmam...
Nasılsa emperyalizmin ağababaları bütün işlerini istedikleri kıvamına getirdikten sonra “höt dedik ile hopbidik” yöntemiyle yapıyorlar…