Hayır bitmedi, aksine yine yeniden başlıyor…

Ne oldu bu seçimlerde!

Sıralayalım, hiçbir sebebi atlamadan…

Kıbrıs Türk toplumunda başta, hayranı olduğu ve sadakatle bağlı olduğu Atatürk’e karşı düşmanlığın merkezi haline gelen AKP’ye karşı yıllar içinde gelişen antipati…

Okullarda başörtüsü hikayesiyle hortlatılan din istismarı ve hemen akabinde toplumun sinir uçlarıyla oynama operasyonu…

Erdoğan’ın başdanışmanı Oktay Saral’ın Başbakan Üstel’i hedef alan ve Kıbrıs Türk toplumunda infial yaratan, AKP’ye karşı antipatiyi körükleyen abuk subuk söylemleri…

AKP kanadından ikide bir yapılan çıkışlarla iki ayrı devlet isteyenlerin bile sinirlerini geren kraldan çok kralcı olma söylemleri…

Süleyman Soylu gibi kendi partisinde bile adı nefretle anılan şahısların Kıbrıs’a gelip, işgüzarlık yapmaları, ayak altında dolanmaları ve bu işgüzarlıklarının bırakın sıradan insanları ve muhalefeti, UBP içinde bile çok büyük rahatsızlık yaratması…

Tufan Erhürman’ın posterleri adanın her tarafını doldururken, reklamları Türkiye medyasında açtığınız hemen her haber sayfasında yer alırken, muhalefet tanıtım için oluk oluk para harcarken (umarız kaynağı da açıklarlar) Tatar’ın tanıtım ve reklam işlerinin geciktirilmesi, sonrasında da, ilk başlarda, halkın takdirini alan değil de tepkisini çeken saçma sapan sloganlarla reklam yapılmaya çalışılması, AKP’nin buraya gönderdiği iddia edilen propaganda ekibinin akıl almaz bir beceriksizlikler silsilesine imza atması…

Milli Eğitim Bakanı Nazım Çavuşoğlu’nun durduk yerde Tatar’ın ve Erhürman’ın başörtüsü hakkında fikirlerini beyan etmelerini istemesi…

Ve belki de, en önemli sebeplerden bir tanesi, hem Türkiye’yi ve Kıbrıs Türkünü tarihte görülmemiş bir üzüntüye boğan 6 Şubat felaketinde Şampiyon Meleklerimizi katleden katiller sürüsüne Türkiye’nin adalet sistemi tarafından tamamen göstermelik, adeta ödülden farksız cezalar verilmesi, özde evlatlarını kaybeden ailelerin, genelde ise toplumun acılarına acı katılması, özellikle mahkeme sürecinde savunma adı altında yapılan ahlaksızlıklara, vicdansızlıklara göz yumulması…

AKP iktidarının doğrudan kendisinin sebep olduğu tepkileri bile bile, sözde Tatar’ın söylemlerini ve Tatar’ı destekler gibi görünmesi ve çoğu zaman kraldan çok kralcı kesilmesi…

Ayrıca, pek kimseler fark etmedi ama, KKTC vatandaşı olan ama aynı zamanda TC vatandaşı ve Kürt kökenli olan vatandaşların da tavrını doğrudan Tufan Erhürman’dan taraf koyması, özellikle DEM partinin CTP ve TDP tarafından sürekli olarak desteklenmesinin vefa borcunun bu seçimde KKTC vatandaşı olan DEM sempatizanları tarafından ödenmesi…

Bunların hiçbiri tesadüf değildi…

Tümü de siyaseten toplum mühendisliğinin eserleriydi…

Bu sefer şeytan ayrıntıda veya ayrıntılarda da gizli değildi, her şey apaçık ortadaydı…

Bütün bunlar aslında söylemlerinde net bir duruş sergileyen, iki ayrı ve bağımsız devleti net şekilde savunan Tatar’ın kaybetmesine yönelik, söylemleri boşlukta dolanan, dereyi geçene kadar hem nala hem mıha vurayım derdinde olan, hiçbir söyleminde neyi hedeflediği konusunda net bir duruş sergileyemeyen, hatta bu tutumuyla bazı köklü CTPlileri bile fena halde huylandıran, özellikle kafasında nasıl bir devlet yapısı ve güvenlik konusu olduğunu konusunda hiçbir net söylem ortaya koymayan Erhürman’a da kazandırmak için birbiri ardına yapılmış hamlelerdi… Erhürman, muhtemelen, ağırlıklı olarak federasyon dese de, tam olarak ne istediğini ve nasıl bir güvenlik sistemi murat ettiğini istese bile hiçbir zaman ifade edemeyecek, etse bile gerçekleştiremeyecek, çünkü bunları belirlemek kendi elinde olan bir güç değildir, bunu az sonra aşağıda biraz daha açacağım.

Ta Nazi döneminden beridir siyasette toplum mühendisliğinin en basit ve temel taktiklerinden biridir; İstenen tepkiyi almak için boyutları önceden hesaplanmış “kontrollü” bir etki veya etkiler silsilesi yaratırsın, etki faktörlerinin birinin etkisi sönerken diğerini piyasaya sürersin, böylece sürekli gerginliği ve tepkiyi canlı tutarsın…

Örneğin, kararsız bir kitleyi istediğin tarafa yönlendirmek için o kitlenin hoşlanmayacağı bir faaliyet veya eylem yaparsın, yaratılan etkiye karşılık olarak o kitle beklenen tepkiyi gösterir, kararlı olan kitle de kararını pekiştirir...

Bu, klasik Nazi propaganda yöntemidir ve gayet güzel işlediği örneklerle sabit olduğu ve etkileri de net şekilde görüldüğü için Nazi iktidarı yıkıldığından beri de dizayn edilmeye muhtaç, yolunu şaşırmış, önünü göremeyen, yönünü bulamayan, algıları ve değer yargıları körelmiş, denize düşse yüzmeyi denemek yerine sarılacak bir yılan arayan, umuda muhtaç, kimliğini bulamayan, kimlik erozyonu yaşadığı hissine kapılan, kaptırılan toplumları yönlendirmek, kutuplara ayrıştırmak, ayrışan kutupları daha da belirginleştirmek için tepe tepe kullanılmaktadır…

Aynı yöntem Akıncı-Eroğlu seçim döneminde, sonra da Akıncı-Tatar seçimi döneminde de yaşandı ve tuttu.

Şimdi ise Tatar-Erhürman rekabetinde yaşandı ve tuttu…

Elbette, UBP ve DP içindeki bölünmeler de cabası oldu, tarihte ilk defa UBP seçmeninin en az üçte biri tepki oylarını rakip adaya yönlendirdi…Ki, bunları haftalar önce hem köşe yazılarımda belirtmiş, hem de doğrudan Tatar ve ekibine de yazmıştım, seçimi dış müdahalelerden uzak tutun, aksi takdirde tadı kaçar, toplumsal ve siyasal bölünme de artar, kamplaşma tavan yapar demiştim…

UBP-DP-YDP seçmeninin toplam kemik oyları en az 60 bini bulurdu, ama Tatar’ın aldığı oy sayısına bakıldığında bu partilerin seçmeninin tepkisinin rakip takımın hanesine nasıl yansıdığı rahatlıkla görülebilir.

CTP-TDP ikilisinin kemik oylarının toplamı 30 bini zar zor bulurdu, ancak yukarda saydığım sebeplerden dolayı özellikle kararsızların tepki oylarının Erhürman’a yönlenmesiyle Erhürman’ın oy oranı nerdeyse üçe katlandı.

Buna rağmen, rakamlara bakıldığında, Erhürman’ın aldığı 84 bin oya karşılık, 85 bin kişi sandığa gitmemeyi tercih etti.

Yani, Akıncı-Eroğlu ve Akıncı-Tatar seçimleri döneminde yaşanan olay bir kez daha yaşandı, seçmenin üçte birine yakını sandığa gitmedi, toplam seçmenin üçte birinden biraz fazlası bir adayı tercih etti, üçte birinden azı da diğer adayı tercih etti.

Bu olay her yaşandığında, kazanan aday bir sonraki seçimde hep farkla kaybetti…

Bunun tek sebebi ise, kazanan adayların seçmenlerine yaşattıkları hayal kırıklığı ve yukarda bahsettiğim algı operasyonlarıydı.

Elbette bunlar yine yaşanacak, çünkü bizim toplum siyaseten toplum mühendisliğine çok açık, beklentilerini umutlara bağlayan, hayal kırıklıklarını sandıkta tepkisel olarak gösteren, mantığına değil de duygularına esir olan bir toplum.

Yukarda açıkladığım şartlarda kozların her beş senede bir paylaşıldığı Cumhurbaşkanlığı makamının gerçek değerine gelince…

Her Cumhurbaşkanlığı seçimi döneminde yazdığımı bir kez daha yazmak zorunda kalıyorum, çünkü tarih onlarca yıldır hiç durmadan tekerrür ediyor.

Bizim Cumhurbaşkanlığı, her ne kadar yasalarla görev tanımı yapılmış olsa da, seçilenin görevi görüşmecilikten ibaret olan, aslında sadece göstermelik, 45 yıl önce Denktaş’ın siyaset sahnesinden silinmesini geciktirmek için icat edilmiş bir makamdır…

İşin gerçeğine baktığınızda, örneğin Ankara’nın orta halli bir semtinin muhtarı bile seçilmek için bizim cumhurbaşkanı adaylarının aldığı oylardan çok daha fazlasını alıyor…

Bizde ise bu makam iki işe yarıyor, birincisi etkisiz, verimsiz, sonuçsuz görüşmeler sürecinde bol bol gezmelere, tozmalara, ve haberlerde boş beleş yer işgal eden haber, medya malzemesine… Ve, ikincisi, Cumhurbaşkanı seçilen kişinin kendi elemanlarıyla sarayı doldurup, devlet kasasından boş yere para tüketmesine…

Tufan Erhürman Tatar dönemini eleştirirken bu tür eleştirilerde de bulunmuştu, ama şimdi sıra kendisinde…Eğer aynı kısır döngünün içine girerse, ki bizim coğrafyadaki şartlar tam da bunu gerektiriyor, eleştirdiği duruma kendisi düşecektir, hiç kaçarı koçarı yok…

Neden ve nasıl mı?

Başta Kıbrıs sorunu olmak üzere, bu ülkenin ve bölge coğrafyasının kaderini bizim Cumhurbaşkanı seçilen kişi belirlemiyor, etkilemiyor, kontrol tamamen bu dünyayı yöneten ilahların elinde…Bu yüzden bizim Cumhurbaşkanı seçilen şahıslar isteseler bile ilahların karar verdiği ve istediği uygulamayı yaptığı bizim bölge coğrafyasının uluslar arası siyasetinde figüran olmaktan öteye gidemezler…

Gidebilselerdi, Denktaş, Talat, Eroğlu, Akıncı, Tatar dönemlerinde bir milim olsa bile gidebilirlerdi, ama bir milim bile gidemediler.

Bu yüzden kimse kimseye hikaye anlatmasın, hikayelerle peynir gemisi yürümüyor.

Yine, bu yüzden, artık işi daha fazla uzatmadan, Amerika’yı yeniden keşfetmek için uğraşmadan, biz de bir an önce Rum tarafında olduğu gibi, hatta Amerika’da olduğu gibi, başkanlık sistemine geçmeli ve devleti daha istikrarlı bir şekilde yönetmenin yollarına bakmalıyız, bu artık bir mecburiyettir, bıçak kemiğe dayanmamış, çatır çatır koparmaya başlamıştır.

Arıca, mahalle derneğinden farksız partilerin de artık birkaç vekil ile çoğunluğun iradesini esir almasına engel olunmalı, en az beş vekil çıkarmayan hiçbir parti de Meclis’ten içeri adım atamamalıdır, bunun için de gerekli seçim düzenlemesi derhal yapılmalıdır.

Gelelim UBP’ye, bu seçimde gerçek anlamda UBP sahaya inmedi, sadece son bir iki hafta kala iner gibi yaptı.

Bunun tek sebebi, kendi iç çekişmeleriydi… Eğer UBP gerçekten sahaya inmiş olsaydı, sonuç çok farklı olurdu, resmen meydan boş kaldı…

Ünal Üstel ve birkaç kişi gerçekten uğraştı ama kitleleri arkasından sürükleyemedi, netice olarak da Tatar adına sandığa yansıyan oy oranı UBP’nin kendi kemik oy oranının da çok altında kaldı.

Şimdi UBP’de hesaplaşma zamanı, sonra da herhalde sıraya erken genel seçim girer…

Yine de, aslında adını Kıbrıs Türk Entrikalar Cumhuriyeti diye değiştirmemiz gereken bu ufak ülkeciğimizde hayırlısı olsun diyelim…