Öyle hatıralar vardır ki asla unutmazsınız, unutulması da mümkün değildir…
Öyle olaylar vardır ki, verdikleri dersleri almazsanız eğer, öğrenene kadar defalarca almak zorunda kalırsınız…
Ve hatta, ders almadığınız, akıl koymadığınız sürece, sizin kaderinize dönüşür, hem de öyle bir kader ki, kendi kendinizi yok oluşa mahkum edersiniz.
20 Temmuz 1974 de bunlardan bir tanesidir.
Adını Barış Harekatı koymuştuk!
Savaşın barışı mı olur diyenler vardı, savaşla barış mı olur diyenler vardı…
Teorideki terimsel zıtlık, bazen pratikte farklı sonuçlar doğurabiliyor.
20 Temmuz 1974 de bu sonuçları doğuran bir uygulamaydı, neticesinde ada bölündü ama adaya da gerçekten barış geldi.
Tam 11 yıl boyunca nüfus ve imkan olarak Kıbrıslı Türklerden çok daha fazla bir nüfusa ve imkana sahip olan Rumlar, kilisedeki kana susamış papazların, yerel faşistlerinin ve uluslar arası arenada kendilerine açık açık gaz veren bazı müttefiklerinin de azdırmasıyla, 11 yıl boyunca Kıbrıslı Türklere adeta cehennemi yaşattılar.
Nihayette, hem Rusya’yı hem de ABD’yi idare etmeye çalışan Albaylar Cuntası son marifetleri olarak, 15 Temmuz’da Kıbrıs’taki kuklaları aracılığıyla gerçekleştirdikleri bir askeri darbeyle Kıbrıs’ta bir oldu-bitti yaratmayı ve Kıbrıs’ı ele geçirmeyi denediler.
O zamanlar Türkiye Cumhuriyeti çeşitli iç karışıklıklarla uğraşsa da, dış politikada hala omurgalı ve iradeli bir siyaset izliyordu.
TSK her ne kadar bir NATO ordusu olsa da, öncelikli pratiği Türkiye’nin ve Kıbrıs’taki soydaşlarının canlarını, çıkarlarını korumaktı.
Ve her şeyden önemlisi, gerek Türkiye’nin gerekse Kıbrıslı Türklerin canına, malına karşı bir eylem gerçekleştiğinde, asker tereddüt etmeden kışladan çıkıyor, savaş alanına koşuyordu.
1974’e kadar Rumlar ellerindeki üstün imkanlarla Türkleri ezim ezim ezmeye alışmıştı, ve nihayette, iyice azgınlaşmışlar, gözlerine kan bürümüş hale gelmişlerdi.
O zamanlar ufacık çocuklar olsak da, yaptıkları kötülükleri, işledikleri savaş suçlarını en uç noktaya kadar yaşamıştık, öyle ki o tecrübeleri, o tarifsiz kötülükleri hafızamızdan silmek artık mümkün değildi.
Bir keresinde jipe Türk bayrağı çekmiş dört Rum çapulcusunu Türk askeri sanmış, sokağa çıkmıştık, yolda sadece çocuk çoluk ve annelerimiz vardı, bir anda bizi kurşun yağmuruna tutmuşlardı, sol yanımda duran kız kalçasından vurulmuştu, millet canını kurtarmak için kaçışırken annem beni bırakmış, çocuğu bizim evin köşesine taşımış, ateş hattından çıkarmıştı…Bu arada bana da çabuk eve gir, onlar Rum, Türk değil diye bas bas bağırıyordu, bense ama nasıl olur Türk bayrağı çektiler, Rum değiller anne demiştim…Sokağın ortasında tek başıma kalakalmıştım, ve dördü birden tepedeki yoldan üzerime ateş etmeye devam ediyordu, kurşunlar her tarafımda sekiyor, vızır vızır beni sıyırıp geçiyordu, bense hala jipe çekili Türk bayrağına bakıyordum…Nasıl olduysa beni vuramadılar, annem koşup geldi, beni kucakladığı gibi evin kapısından içeri daldı, kapıyı kapattığı anda da birkaç kurşun kapının camlarından içeri girdi, sonra ateş kesildi…
Ailemle birlikte Lefke bahçelerinde saklanmaya çalışırken bizi dere yatağının kenarında gördüler, Karşıyaka’dan bir anda üzerimize yağmur gibi kurşun yağmaya başladı, makineli ile tarıyorlardı, kurşunlar topraktan sekiyordu, bizi sıyırıp sıyırıp geçiyorlardı, sadece ve sadece bir anne, bir baba ve kucaklarındaki iki küçük çocukla yanlarında koşan ben vardım…Yani sivillere acımasızca ateş açıyorlardı…
Türk Bankası’nın üzerine çıkıp da teslim bayrağı çekmeye çalışan bir şahıs gözlerimizin önünde havaya uçtu, havan ayaklarının tam dibine düşmüştü, diğerleri de aynı anda bizim her tarafımıza düşmüş, ortalık tam anlamıyla cehenneme dönmüştü, ama annemin alnına çarpan şarapnel parçası hariç, hiç kimse yaralanmamıştı…Tek sebebi, son anda köşesine ulaştığımız binanın duvar kenarının şarapnellerin bize ulaşmasını engellemesiydi…Birkaç dakika sonra ise bir top mermisi tam da yanından geçtiğimiz duvarın üzerine, beş-altı metre ötemize çakılmış, ama patlamamıştı, belki de Lefke’ye düşen top mermilerinin içinde patlamayan birkaç mermiden bir tanesiydi ve biz bu sayede hayatta kalabilmiştik…Sadece annem, teyzem ve yeğenlerim vardı, hepimiz çocuktuk…
Teyzemin evine düşen bombanın etkisiyle tavandan koparak savrulan uzun bir tahta direk, ki biz bunlara mertek diyoruz, tam bana çarpacağı sırada, teyzemin oğlunun beni geriye çekmesiyle göğsümü sıyırıp geçmişti, yoksa beni pestile çevirecekti…Oradan kaçtıktan sadece bir iki dakika sonra ise tam durduğumuz yere düşen bir havan mermisi ortalığı cayır cayır yakmıştı…
Lefke’ye hiç durmadan düşen havan ve top mermilerinin gürültüsünden gece ya da gündüz uyumak, huzurlu bir saniye geçirmek pek de mümkün değildi, hep bir sonraki merminin üzerimize düşeceği korkusu vardı.
Nitekim, 20 Temmuz ile birlikte TSK ile Rum-Yunan birliklerinin çatışması başladığında, iki TSK jeti gelip, sabah akşam başımıza ölüm yağdıran katilleri darmadağın etti, ben de kedi gibi tepesine kadar tırmandığım portakal ağacının tepesinden manzarayı seyredip, aşağıda ağaçların altında heyecanla bekleyen bizimkilere bağıra bağıra rapor verdim... Bizi yıllarca acımadan ateşe boğanlar, bu kez cehennemi kendileri yaşıyordu…
Uçak saldırısından sonra Lefke’ye top atışları durdu, ne atacak adamları ne de havanları, topları kalmıştı, hepsi darmadağın edilmişti.
Buna rağmen kısa bir süre sonra, çeşitli sebeplerle, ki hiçbiri aslında makul bir sebep değildi, Lefke’nin ileri gelenleri tarafından Rum’a teslim olunması kararı verildi ve Lefke düştü.
Lefke’nin teslim oluşu hakkında birinci elden çok detaylı bilgiler toplamama rağmen bunları burada anlatmayacağım, bir başka yazıya bırakacağım.
O dönemde, Beşparmaklarda Rum-Yunan komando taburlarını yenilgiye uğratarak, Kıbrıs’ın ve 74’ün kaderini değiştiren efsanevi 1. Komando Tabur’unun Komutanı olan Yarbay Cemal Eruç komutasındaki komando birliği Lefke’ye girene kadar da Lefke esaret altında kaldı.
Neticeye gelirsek, bir önceki köşe yazım yaklaşık bir ay önce yazılmıştı.
Bu bir aylık sürede dünya ilk “kontrollü” ülkeler arası füze savaşını yaşadı.
İran ile İsrail arasındaki füze savaşı tam 12 gün sürdü.
İsrail İran’ın tüm nükleer ve teknolojik altyapısını çökertti, üst düzey komuta kademesini ortadan kaldırdı.
İran ise elindeki tüm füzeleri İsrail’e rastgele fırlattı, bu füzelerin yüzde 86sı havada imha edildi, yüzde 14ü ise İsrail’de genelde sivil hedeflere düştü, toplamda yaklaşık 60 füze İsrail’deki hedeflere isabet etti.
Buna karşılık, İsrail İran’ın tüm hava savunma sistemini daha İran ne olduğunu bile anlayamadan, yerinden bile kıpırdayamadan yerle bir etti, ulaşabildiği tüm füze bataryalarını ve nükleer tesislerini yerle bir etti, askeri altyapısını nerdeyse tümden çökertti.
Bölgede siyasal islamın ağababası geçinen, vahşette sınır tanımayan, ortalığı kan gölüne çeviren cihatçı terör örgütlerinin bir numaralı destekçisi geçinen İran’ın molla rejiminin kağıttan kaplandan farkı olmadığı, güçlerinin sadece savunmasız insanlara ve kendi halkına yettiği bir kez daha ortaya çıktı, teknolojik altyapısı da feci şekilde sakatlandı.
Bu saatten sonra molla rejimi bir daha Ortadoğu bölgesinde ağalık taslayamaz, taslayabilecek nefesi filan kalmadı.
İsrail ise bu kısa savaşta uğradığı maddi hasarı rahatlıkla karşılayabilecek güçtedir, zaten muhtemelen de bu hasarı göze alıp, işe öyle girişmiştir.
Netice itibarıyle, emperyalist güçlerin çıkar savaşlarının merkezinde olan bölgemizin asla güvenli bir bölge olmadığı, her an her şeyin olabileceği, böyle bir ortamda da bir ulusun ve devletin bekasında güvenlik ve savunma sistemlerinin öneminin en elzem faktör olduğu bir kez daha ortaya çıkmış oldu.
Böyle bir ortamda, Rum tarafı ana tezleri olarak 51 yıldır Kıbrıs’ın kuzeyinin işgal altında olduğunu, TSK’nın da Kıbrıs’tan çekilmesi gerektiğini, 74’e kadar dilim dilim doğradıkları Türklerin kendi egemenlikleri ve AB şemsiyesi altında gayet mutlu ve mesut olarak yaşayabileceklerini savunuyor.
Onlar için 74’e kadar ve sonrasında da siyaseten Kıbrıslı Türkleri Cumhuriyet’ten atmak ve adadaki varlıklarını sonladırmak için izledikleri vahşi, insanlık dışı yöntemlerin hiç önemi yoktur, çünkü kötülüğü kendileri yaptığında ve kötülük Türklere karşı yapıldığında, sevaptır!!!
Türkler de karşılık olarak kıçlarına tekmeyi bastıklarında ise, ki 74’de TSK’nın yaptığı tam olarak buydu, o tekmeyi atan “kötüdür, işgalcidir.”
Dahası, “bu ada ikimize de yeter, herkes kendi toprağında, kendi devletinin bayrağı altında yaşasın, komşuluk ilişkilerimizde sağlıklı olalım, yeter” dendiğinde de Rum tarafı yoyo gibi hava sıçramakta, bunu kesinlikle kabul etmemektedir.
Ve yine dahası, “o zaman Cumhuriyet’te gasbettiğiniz haklarımızı bir tamam geri verin” dediğimizde de, bunu da kabul etmemekte, bu da olmaz, yeni bir oluşum olsun demektedirler…
Yeni oluşum dedikleri de, kendilerinin dediğim dedik olacağı, Kıbrıslı Türklerin de azınlık muamelesi göreceği ve birkaç on yıl içinde tamamen asimile edileceği, TSK’nın da Kıbrıs’tan tamamen kapı dışarı edileceği, Rumların ise Kıbrıs Cumhuriyeti kurucu yasalarına ve uluslar arası antlaşmalara göre tamamen aykırı olarak Fransa, Amerika, İsrail, Yunanistan ve Mısır ile yaptığı askeri anlaşmaların eksiksiz devam edeceği, Rum yönetimi merkezli ve çok uluslu bir askeri oluşumun Kıbrıs’tan bir daha asla ayrılmamak üzere yerleşeceği, Kıbrıslı Türklerin de cascavlak ortada kalacağı, Türkiye’nin doğu Akdeniz coğrafyasında tamamen etkisizleştirileceği bir oluşumdan başka bir şey değildir.
Tüm bu süreçte, özellikle son on yılda yaşananlara baktığımızda, acı hem de çok acı olan nedir, bilir misiniz!
Türkiye’deki AKP-MHP iktidarının son on yılda Kıbrıs’ta yaşananlara karşı en ufak bir tepki göstermemiş olması, sadece lafta Kıbrıslı Türklerin yanında olacağız demesi, ama diğer taraftan da Türkiye’nin özellikle Kıbrıs’ta adım adım etkisizleştirilmesine seyirci kalmasıdır…
Hoş, koskoca Türkiye’yi emperyalizmin tescilli uşakları fetoşlar ve apoşlar tayfasının maskarası haline getiren, iktidarda kalabilmek için önce fetoşlar sonra apoşlar tayfasına sarılan, bir o yana bir bu yana yalpalayan bir zihniyetin Kıbrıs’ta akılcı bir politika izlemesini beklemek, ölü gözünden yaş beklemekten farksızdır.
Tarih verdiği dersleri almayanlar için tekrar tekrar yazılır, bu yüzden de tarih tekerrürden ibarettir derler...
20 Temmuz tüm doğu Akdeniz coğrafyasını kökten değiştiren bir sürecin sonucuydu, o sürecin devamını da kendi lehimize devam ettirmek elimizdeydi, ancak 50 yıl sonra AKP-MHP zihniyeti sayesinde kozlar bu davada tamamen haksız ve hukuksuz olan tarafın eline geçti…
Önümüzdeki Ekim’de yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra hiç de hayırlı şeyler olmayacağını düşünmek için kahin olmaya gerek yok…
Tıpkı fetoşlar ve apoşlar tayfasının hikayesinde olduğu gibi, TSK’nın sahada kazandığı her askeri başarıyı siyasal başarıya dönüştüreceği yerde yerle bir eden, sonra da yerle bir ettiği başarıyı tavizler vererek geri almaya çalışan, bu süreci de kendi başarısıymış gibi gösterme gafletine düşen ama feci halde yüzüne gözüne bulaştıran AKP zihniyetinden daha iyisini beklemek, herhalde abesle iştigal olur…
Yine de, yüreklerimizde biraz olsun umut bırakalım, hem Kıbrıslı Türkler hem de Türkiye’nin geleceği için en hayırlısı neyse, o olsun diyelim…