Ortalama yaşam süremizin üçte ikisinden fazlasını ite kaka bitirdik, ama hayatımızın tek bir günü bile normal geçmiş değil…

Tımarhaneye tıksan delileri zırdeliye çevirecek marifete sahip manyakların kasten, sırf kötülük olsun diye çıkardığı yangınlarda yanarak ölüyoruz…

Şeytanın bile aklına gelmeyecek türde sahtekarlıklarda uzmanlaşmış, her ahlaksızlığını “kader kısmet” diyerek Allah’a havale eden ahlaksızların, sahtekarların bina diye yaptığı ucubelerde, ev, bina, otel diye girdiğimiz, bize paramızla satılan beton tabutlarda ezilerek ya da yanarak ölüyoruz…

Zeka ve ahlak seviyesi bostandaki korkuluk kadar bile olmayan ahlaksızların, sorumsuzların hazırladığı bubi tuzağından farksız işlerde yolda yürürken elektriğe kapılarak, başımıza bir şeyler düşerek, ayaklarımızın altında açılan çukurlara düşerek ölüyoruz…

Akıl, mantık, beyin çapı öğretilebilir geri zekalı seviyesinin de altında olan, ama her nasılsa eline ehliye verilmiş insan kılıklı yaratıkların trafikte estirdiği terörden ölüyoruz…

Emperyalizmin uşaklığını yapan sümüklü imamların, şeytanın bile ödünü patlatan, zebanilerin bile cehenneme kabul etmeyeceği manyakların yarattığı eşkiya, terör düzeninde bombalarla parçalanarak, kurşunlarla vurularak ölüyoruz…

Bütün bunların ana sebebi, sadece bizi yönetenlerin liyakatsizliği, aymazlığı ve omurgasızlığı değil, aynı zamanda insanlığın ve yaşadığımız dünyanın en önemli koruyucusu ve kollayıcısı olması gereken insani adalet ve yargı sisteminin kurumsal amacından sapmış olması, yolunu kaybetmiş olması, ve hatta tamamen çökmüş olmasıdır…

Yukarda saydığım şeyler bir ülkede, bir toplumda her Allah’ın günü yaşanıyorsa ve giderek de daha beter hale geliyorsa, gündelik yaşamın bir parçası haline geliyorsa ve bu da toplumun geneli tarafından sanki normalmiş gibi kabulleniliyorsa, bunun esas sebebi devleti yönetenlerin yapılan kötülüklere göz yumması, gerekli tedbirlerin alınmaması, ve en önemlisi de, bu kötülükleri bile isteye, göz göre göre yapanların zerre kadar insani adalet korkusu olmamasıdır.

Daha iki sene önce insanlık tarihinin en büyük yıkımlarından birini 6 Şubat depreminde yaşayan Türkiye, her yıl bu mevsimde olduğu üzere, kesinlikle kasıtlı çıkarılan ve tümü de insan kaynaklı olan devasa yangınlarla boğuşuyor, devasa alevlerle çarpışan itfaiyecilerin sırtında ise yanmaz elbise, oksijen tüpü ve oksijen düzeneği yok, ama üç kuruşluk bir tişört var!

Bu cehennemden farksız yangınlarla uğraşmak için sadece insan gücü ve karada kullanılan araçlar da yetmez, en son teknolojiyle donatılmış, gece görüş imkanı olan devasa yangın söndürme uçakları ve helikopterleri de lazım.

Her yıl özellikle turistik bölgeler olan Ege ve Akdeniz bölgesinde sayısız yangın çıkıyor, dünyanın en güzel yörelerinden biri olan Akdeniz ve Ege bölgesi cayır cayır yanıyor, ama koskoca Türkiye’nin bu vahşi yıkımla mücadele edecek çapta donanımı yok, yeterli yangın söndürme uçağı ve helikopteri yok, olanlar da yeterli donanıma sahip değil…

Ülkenin içine kaçak yollarla dolmuş milyonlarca ne idüğü belirsizin ve terörle, ithal ve yerli suç çeteleriyle uğraşmanın ülkeye sadece günlük maliyeti yüzlerce milyon dolar, ama tanesi ortalama 30 milyon dolar olan CL-415 EAF (Super Scooper) yangın söndürme uçaklarından 20-30 tanesini alacak para yok!

Dahası, Türkiye’nin kendi yangın söndürme uçağını yapacak her türlü imkanı var ama bu işin üzerine düşen yok, yangınları çıkaran manyakların canına okuyacak caydırıcı cezalar yok, sanki birileri ülkenin doğasının cayır cayır yanmasından keyif alıyor!

Diğer taraftan, ülke bir uçtan öteki uca canlı faylarla döşenmiş bir deprem ülkesi, ta 1939’dan beri depremle mücadele kapsamında gerek bilimsel gerekse hukuki veriler belirli aralıklarla sürekli güncellenmiş, bilimsel ve hukuksal anlamda depreme dayanıklı bina yapım kriterleri çağın şartlarına ve gelişen bilim kurallarına göre güncellenmiş, ama bugün memlekette olan 21 milyon cıvarındaki yapı stoğunun yarısından fazlası kaçak durumda, ve bu rakam büyük çoğunluğu da depreme dayanıksız, her biri beton bir mezar abidesinden farksız yapılardan oluşuyor.

Nitekim, 6 Şubat felaketinde depreme maruz kalan çürük, envai tür sahtekarlıkla yaratılmış bina müsveddelerinin büyük çoğunluğu anında yerle bir oldu, içindekiler neye uğradıklarını bile anlayamadan ya ezilerek öldüler, ya da yıkıntıların altında kalarak, felaketi “kadere bağlayıp, suçu Allah’a atan” iktidarın yardımını beklerken akıl almaz bir azapla yavaş yavaş öldüler.

Resmi rakamlara göre 6 Şubat felaketinde bir dakikadan az bir süre içinde 11 ilde 40 bine yakın bina yıkıldı, bu 40 bin binanın yıkılması sonucu yıkılan bağımsız konut sayısı 519 bin olarak kayıtlara geçti.

Resmi rakamlara göre can kaybı sayısı 53 bin idi ama bunun kuyruklu bir yalandan, felaketin boyutlarını kamufle etme çabasından başka bir şey olmadığı olayın ve yıkımın büyüklüğünden zaten belliydi…İçişleri Bakanlığı’nın açıklamalarına göre yıkılan 40 bin binanın 14 bininde hiçbir canlı izine rastlanamamıştı, geriye kalan 26 bin binada da kısmen rastlanabilmişti…Depremin hemen sonrasında havadan yapılan çekimlerdeki yıkımın boyutları tüyler ürperticiydi, 11 şehrin her biri tam anlamıyla bir nükleer bomba ile vurulmuş gibiydi.

Türkiye bu tür felaketleri tarih boyunca defalarca ve defalarca yaşamıştı ama devleti merkezde ve yerelde yönetenler bir türlü akıl koymamış, her türlü yasal ve bilimsel mevzuat mevcut olmasına rağmen devlet gerekli denetim mekanizmalarını gereken hassasiyetle çalıştırıp, bu mevzuatları uygulatmamış, binaları yapanların insafına bırakmış, üstüne üstlük son yirmi yılda da 8-9 tane geniş kapsamlı af çıkarmış, beton tabuttan farksız binalar yapan ahlaksız, vicdansız mahlukların hem suç ortağı olmuş, hem de onları suça teşvik ederek, iyice azdırmıştı.

Deprem katliamlarında her seferinde gerçek katiller belliydi; Sahtekar, ahlaksız, vicdansız müteahhitler, binaları yaptıran mal sahipleri, ve bunların yedikleri haltları denetlemeden sorumlu olup da işini çeşitli sebeplerle yapmayan belediye yetkililieri…Ve bunları iyice azdıran, bütün bu kötülüklerin nelere mal olduğunu bile bile, bu çürük, çarık, döküntü beton mezarlar için oy uğruna, siyasi rant uğruna zırt pırt imar affı çıkaran iktidar partisi…

6 Şubat tarihine kadarki depremlerin ölümcül sonuçlarından doğrudan sorumlu olmalarına rağmen hiçbir kamu görevlisi yargılanmadı, bina sahiplerinden ve müteahhitlerden ise sadece birkaç kişi yargılanıp, ödül gibi cezalarla hüküm giydiler, nerdeyse hapse bile girmeden, bir kapıdan girip, ötekinden çıktılar, adalet korkuları olmadığı için de hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına devam ettiler, kötülüklerine kötülük kattılar ve halen de katıyorlar.

Tanrı korkusu olmayan insan kılıklı mahlukatların insani adalet korkusu hiç olmaz, asla da olmaz!

6 Şubat felaketi de doğrudan bu zihniyetin eseridir…

İnsani yargının ve devleti yönetenlerin zafiyetleri bu katiller ordusunu azdırdıkça azdırdı, şımarttıkça şımarttı, koskoca bir milletin insanlarını hayatlarını bu ahlaksız katillerin yaptığı bina kılığındaki beton mezarlarda sürdürmeye zorladı.

İnsani yargı sistemi o kadar çürüdü, yozlaştı ve yolunu şaşırdı ki, artık tam anlamıyla ahlaksız, sahtekar katillerin maskarası haline geldi, nasıl olduğunu da aşağıda izah edeceğim.

Deprem davalarını, en başta çocuklarımızı, arkadaşlarımızı vahşi rant hırsı uğruna kaybettiğimiz İsias davasını, hem birinci elden, hem de basından dikkatle izliyorum, hiçbir haberi kaçırmamaya çalışıyorum, arşivliyorum.

72 can parçamızın katledildiği İsias davasında durum apaçık ortadadır; ahlaksız, sahtekar, vicdansız bir mal sahibiyle çürük, mühürlenmiş, anında yıkılması gereken bina ucubesinin mührünün kırılmasına, akıl almaz bir sahtekarlıklar silsilesiyle bina ucubesini otele çevirmesine, zaten erimiş, çürümüş ucubeye kaçak kat çıkmasına, içerden delik deşik etmesine ve kendiliğinden yıkılacak hale getirmesine yardım eden diğer ahlaksızların ve kamudaki suç ortaklarının ortaklaşa yaptıkları, tümünün de aynı oranda sorumlu oldukları sahtekarlıklar yüzünden 72 can parçamız birkaç saniye içinde katledildi.

İsias ucubesi yaratılırken yapılan tüm sahtekarlıklar ve hukuksuzluklar da bilimsel raporlarla tek tek ispatlandı, buna rağmen ayak sürüye sürüye giden, mağdurları daha da bezdiren, perişan eden, acılarını misli misli artıran mahkeme sürecinde katillerin yarısı mahkeme tarafından serbest bırakıldı, diğer yarısı da ödül gibi cezalar aldılar, elebaşı katil ise bir de iyi hal indirimi aldı, iyi mi!

Tanrı korkusu olmayanların neden adalet korkusu da olmadı, böylesi felaketlerin ahlaksızlar tarafından neden bu kadar kolayca yaratıldığı da bir kez daha ortaya çıkmış oldu!

Kamudaki suç ortağı katiller için açılan davada ise katiller çetesi hem adaletle hem de evlatlarını kaybeden insanların acılarıyla adeta alay ettiler, hiçbir sorumluluk kabul etmediler, ve tutuksuz yargılanıyorlar, çünkü; onca bilimsel rapora rağmen, çürük ve hemen yıkılması gerekirken binbir sahtekarlıkla otele çevrilmesine ve bir katliama göz göre göre, bile bile davetiye çıkarılmasına, 72 can parçası iki paralık rant uğruna katledilmesine rağmen mahkemeye göre bunların suçluluk durumlarının ispatı halen kesinleşmemiş, yeni bir teknik rapor talep edilmiş!!!...Katiller yeni gelecek rapor aleyhlerine gelirse, onu da beğenmeyecekler ve keyiflerine uygun rapor gelene kadar habure rapor talep edeceklerdir…

Mal sahibi ve müteahhit çetesinin, ve keza kamudaki suç ortaklarının rolleri ve sorumlulukları önceki üç üniversite raporunda ve bu raporları destekleyen çok daha kapsamlı diğer teknik raporlarda apaçık belliyken (sadece Gazi raporu olabildiğince ısmarlama ve özellikle kamudaki katilleri korumaya çalışan, bilimin yüzkarası bir rapordu, buna rağmen kendi içinde çelişerek, kamudakiler dahil, tüm paydaşların sorumluluklarını mecburen dile getiriyordu), hem suçlular ayrı ayrı yargılanarak, iş sulandırılmaya, işbirlikçi katillerin birbiriyle yüzleşmesi engellemeye çalışıldı, hem de mahkeme dördüncü bir teknik rapor talep etti…

Bu şartlarda, hazırladığı raporlar hukuk sistemi tarafından dikkate alınmayan hiçbir bilimsel kurum veya o kuruma bağlı çalışan bilim insanları mahkemenin talebini ciddiye almaz, madem hazırlanan bilimsel raporlara itibar etmiyorsunuz, biz de hazırlamıyoruz, hazırlasak da işi ciddiye almıyoruz der, işin içinden çıkar, zaten katiller sürüsünün de istediği budur…İşte bu yüzden katiller sürüsü sürekli kendilerini zan altında bırakan raporlara itiraz ediyorlar, mahkeme ise bunların ayak oyunlarına alet olarak, habure başka raporlar talep ediyor, işi uzatmalara götürüyor…

Daha da kötüsü, katliamlarda doğrudan doğruya sorumluluğu olan birçok katil tutuksuz yargılanıyor, bazıları da ceza almalarına rağmen bulunamıyor, hapse girmiyor!

Türkiye Cumhuriyeti gibi 50 senedir terörle mücadele eden bir devletin bilgi ve suçluya erişim kaynakları nerdeyse sonsuzdur, deprem katliamlarından sorumlu katiller sokakta ellerini kollarını sallayarak geziyorlarsa, bu sadece ve sadece güvenlik güçlerinin onları yakalamamasından, yakalamak istememesinden kaynaklanmaktadır, başka da bir şey değil!

İsias davasında hapis cezası alan fenni mesul Hasan Aslan isimli katil cezası açıklanana kadar ortalıkta dolanırken, 16 yıl hapis cezası aldığı açıklanınca aniden ortadan kayboldu ve sözüm ona, koskoca Türkiye devleti de, ki bu devletin iktidarı dağdaki teröristlerin ayakkabı numaralarını bile bildiğini iddia ediyor, bu katili yakalayamadı!!!

Bu katil üstüne üstlük bir de avukatı aracılığıyla cezasını temyize taşıdı, yani avukatıyla birebir istişare halinde ve devletin güvenlik güçleri güya bu katili yakalayamıyor…Kaldı ki Hasan Aslan’ın bu katliamda doğrudan sorumluluğu olduğu her şekilde belliyken mahkeme bu katili tutuksuz yargılamış, kaçması için de her türlü fırsatı yaratmıştı…

Adaletin sakatlandığı, yolunu kaybettiği, kör topal ilerlediği, kötülüğün üzerine cesaretle gidemediği bir yerde insanlığın kaybetmesi, çocukların, masumların, ve hatta insanlığın topyekün katledilmesi, katillerin, ahlaksızların, sahtekarların, vicdansızların kazanması, en azından hak ettikleri cezaları almamaları kaçınılmaz bir sonuçtur.

Çünkü insanlık katledilmeden önce adalet katledilmiş, insanlık ölmeden önce adalet ölmüştür!

Herkes ve her şey yolunu kaybetse de, yolunu şaşırsa da, kötülüğün ve rantın esiri olsa da, bütün kötülüklere rağmen insani adalet ayakta kalabiliyorsa, azgın kötülerle ve kötülükle kararlılıkla mücadele edebiliyorsa, insanlığın kurtarılması için bir umut vardır demektir.

Ancak 6 Şubat’tan sonra insani adalet açısından olanlara ve gidişata baktığımızda, Alpargün davası hariç, ki o da sulandırıldı, insanlığı kurtarmak, insanlığı üç kuruşluk rant uğruna katleden ahlaksızlardan hesap sormak, ahlaksız katillere hak ettikleri cezaları vermek adına insani adaletin attığı tek bir caydırıcı adım yoktur, her şey aynı tas aynı hamam devam etmektedir.

İsias davasında tek somut gerçek 72 insan evladının mal sahibi, müteahhit, fenni mesul ve kamudaki işbirlikçilerinin el birliğiyle yarattığı bir felaket yuvasında katledilmesidir…Böyle bir gerçek ortada dururken mahkeme o felaket yuvasından nemalanan, insanları canlı canlı betondan bir tuzağa sokan, rant uğruna o ucubeyi kendiliğinden yıkılacak hale getiren katillerin yarısına beraat verirken, diğer yarısına ödül gibi cezalar vermiş, bir tanesini, ki ucubenin yaratılmasında en büyük sorumluluk sahiplerinden biri de odur, tutuklu yargılaması gerekirken sokakta bırakmış ve kolayca firar etmesine neden olmuştur…

Kamudaki çete ise, ki onlar da baştan aşağı çürük, mühürlenmiş ucubeyi yıktıracaklarına mühürün kırılmasına ve ucubenin otele çevrilmesine, yapılan kaçak uygulamalarla ucubenin tam bir ölüm tuzağına dönüşmesine olanak sağlamışlardır, bu katliamda doğrudan sorumludurlar, tutuksuz yargılamaktadır…

Bir başka rezalet, işin kolayını bulan katiller çetesinin bilirkişi raporlarına da sürekli itiraz etmelerine fırsat tanınması, katillerin keyfi olsun, belki olur da katilleri aklayabilecek ısmarlama bir rapor çıkar diye habure bilirkişi raporu istenmekte, bilim insanlarının yaptığı çalışmalar da mahkeme eliyle önemsizleştirilmekte, güvensizleştirilmekte, bezdirilmektedir.

Neticede, cinnet mevsiminden farksız bir şekilde ilerleyen insani adalet süreci sırf rant, ahlaksızlık, vicdansızlık, cehalet uğruna katledilen insanların hakkını acımasızca sorup, başka ahlaksızların da aklını başına getireceğine, insanlığı katletmelerinin önüne geçeceğine, adeta ahlaksız katilleri azdıran, onlara ödül gibi cezalar veren bir uygulama içerisindedir.

Bunun da adına insani hukuk, adalet denmektedir!!!

Sadece siyasi erk değil, toplum da maalesef ki bunun seyircisi durumundadır, sadece ve sadece artık adalete güvenimiz kalmadı demektedir...

Eğer insani adalet silkinip de üzerindeki ölü toprağını atmazsa, insanlık ahlaksızların insafına terk edilmeye devam edecek demektir.

Bu yüzden ne 6 Şubat, ne de İsias ve diğerleri unutulmamalı, herkes ve ilgili tüm kurum ve kuruluşlar akıl koyana kadar toplumsal talep susmamalıdır.

Aksi takdirde bugün 6 Şubat’a ağlarken yarın kaçınılmaz olarak başka felaketlere de ağlar olacağız, cinnet mevsimleri hiç bitmeyecek…