banner913
banner932
banner964

Jan Vansına’nın çok önemli kitabı ‘Tarih Türü Olarak Sözlü Gelenek’ Türkçede

banner476

banner974
Jan Vansına’nın çok önemli kitabı ‘Tarih Türü Olarak Sözlü Gelenek’ Türkçede

banner971

Belçikalı akademisyen yazar Jan Vansına, Fransız Claude Lévi-Strauss, gibi önemli bir antropolog. Birisi Kongo birisi de Brezilya’da araştırmalar yapmış, kitaplar yayımlamıştı. Belki Jan Vansına, Strauss gibi Türkçe’de çok tanınmamıştır. Geçen günlerde çıkan “Sözlü Gelenek” kitabı çok değerli bir çalışma. Bellek ve kültür konusunu derinlemesine irdeliyor. Bilineceği gibi ; günlük yaşamımızda kullandığımız “evet hatırlıyorum”, “hayır hatırlamadım/ hatırlayamadım, “aklıma gelmedi”, “öyle mi olmuştu?” gibi ifadeler belleğimizin bu iki önemli yönünü açımlamaktadır: anımsama ve unutma. Bilindiği üzere, bir durumu veya olayı anımsamak için önce unutma işlevinin gerçekleşmesi gerekmektedir. İstendiğinde hemen aklımıza gelen anılarımız, bazen nazlanır ve bir türlü dilimizin ucuna gelmez, bazen de bu anılar istenmediği halde zihnimizi meşgul eder ve böylece bellekte varlıklarını sürdürmeye çalışırlar. “Birey neden unutur, neden anımsayamaz? Bunun üç nedeni olabilir: Birincisi, olaylar tekrarlanmadığı ve iletişimde bahsedilmediği için, basit bir şekilde unutulur. İkincisi, olaylar başka durumlarla benzerlik gösterdiği için beyin bunları kaydetmeye değerli bulmaz. Üçüncü neden ise yaşanmışlıklar travma nedeniyle unutulabilir, bastırılabilir” (Nicklas, 2015: 10). Bu bağlamda “Tarihsel devirlerden önce yaşadığı düşünülen insanlar için birçok tabir kullanıldı; ilkel, ilksel, eski, mitik ve daha bir sürü insan türünden bahsedildi. Mitoloji çalışmaları, belki de yeni insan olarak adlandırılması lazım gelen modern insanın, kendi geçmişine bakma denemelerinden biriydi. Gerçekte insan, dünyanın sahibi bulunduğu yanılgısını aklından kovamadığı müddetçe, eski ya da yeni olsun, çevresini yalnız kendi gözünden görmeye mecburdu: antropomorfik, bencil, sanki insansız bir evren mümkün değilmiş gibi. Yerinde bir kusur sayılabilecek bu benmerkezci bakış, insanın doğaya dayanma kudreti ölçüsünde değişik şiddetler içerdi. Çadırların rüzgârla uçup gittiği zamanlarda doğanın parçası gözlerle izledi insan etrafını, taş duvarların ardına gizlendiğinde kendini daha muktedir duydu ve nihayet birçok ilerleme neticesinde rastgele ölmekten kurtulduğu her an, dünya onun, evren onun dünyasının çevresinde dönmeye başladı. Uzaktan bakınca, bunların hepsi sıralı kademelerden ibarettir; çünkü ister mitik olsun ister ilkel, neden var olduğuna, niçin yaşadığına açıklama getirmeye çalışan her topluluk, dönüp dolaşıp aynı yere sıkışır: insanın kökeni meselesine.Bütün bu açıklamalar boyunca elbette dünya ve evren ebedi dönüşüne devam etti. Ufak bir farktan bahsetmek gerekirse, bizler, yani modern, özgürlükçü, teknoloji çağının çocukları olan bizler, dünyanın döndüğünü sezen atalarımıza il-kel diyoruz, kendimizin ilkel olmayışımızı açıklama şeklimiz çok basit: dünyanın döndüğünü biliyoruz, sezgi çağları geride kaldı, hiçbir fal çıkmıyor, hiçbir tanrı Olimpos'tan inmiyor, hiçbir kral iktidara gelmeden önce dağbaşı yalnızlığı çekmiyor. Mu? Öyle mi dersiniz?

Birçok popüler mitoloji çalışmasında şu tip sarsıcı klişelere rastlıyoruz: ilkel insan araba süremezdi, bilgisayar kullanamazdı, cep telefonuna bakmakla yetinirdi; fakat modern insan da ırmak izlerini takip edip varamazdı hedefine, bir aslandan nasıl kaçacağını bilemezdi, ne acıklı trafik kazası! Fromm sağ olsun. Mitolojiyi okunur kılabilmek için çok çaba gösterdi, oysa mitoloji denen şey okunmayan, söylenen bir şeydi kendisi de yaşarken. Mitik metin ifadesi içinde apaçık bir çelişki barındırıyor: mitoloji şiirseldir, rüya gibi, dili şiir dili, ifadeleri çok-anlamlıdır, bu bakımdan kayıt altına alınamazdır, alındıkta mitoloji olmaktan çıkar çünkü ölmüştür, yazılan mit, kültürel emtiadır artık, kıyas, takas unsurudur, "kim kimden aldı?" sorusunun muhatabıdır, oysa hiçbir modern insanın hiçbir ilkel insana açıklayamayacağı bir durumdur söz konusu olan, mitik insanın zihninde öncelik-sonra-lık yoktur, üstünlük-alçaklık da, her şeyin aynı yerde başlayıp bittiği bir evrenin içinde, anne-babası gibi yaşayan mitik insan, çocuklarının da kendisince yaşamasını temine uğraşır, böylece her gün kovulur cennetten çünkü Âdem'dir, Âdem'in babasıdır da, belki cennetin de sahibidir, bilinmez. Her ne olursa olsun,yazılı olmayan mitik metinlerin banisi olan ilkel insan için, tüm bu tartışmalar anlamsızdır, dünyanın her yerinde güneş doğmaktadır, sular akmakta, insanlar ölmekte fakat -görünüşe göre- dirilmemektedir, bazen sezgi, bilgiden daha güçlü olabiliyor, ne esef!Modern insan ise yazılamayan, söylenemeyen mitolojik metinleri bugünlerde kendine özgü bilgi türünün, yahut şöyle diyelim, kendi bitmez tükenmez kibrinin lokomotifi olarak kullanıyor. (Yazar burada lokomotif motifini Aydınlanma'ya işaret edebilmek için tercih etmiş olabilir mi?) Tanrı-şeytan, anaerkil-ataerkil, tarihsel-mitik arasındaki bütün çekişmeler eskinin insanları için anlamsızdır, ya da bugünkü kadar anlamlı değildir, ya da çok-anlamlıdır yani belirlenmemiştir, nasıl ifade etmek isterseniz öyle. Seçilenlerin hepsi benzer noktaları gösteriyor: apaçık ifade edilemeyen hiçbir şey, ifade edilmemelidir zannediyor modern insan, apaçık ifade edilen her şey de söylenmelidir. Tüm üstünlük kalıpları aynı belirlenmiş ağızdan çıkıyor. Oysa mitik insan bizden biraz daha farklıydı galiba, yukarıda söylediğimiz üzere. Yine de -belirlenmiş de olsa- mitoloji çalışmaları, yaşadığı devir ve zihin yapısı fark etmeksizin insanın, insanlık fikrinin nasıl ve ne tarafa değiştiğini tespit edebilmemizin yolunu açıyor. Belki de tarihsel olanla mitik olan arasında sanıldığı kadar büyük bir fark yoktur, belki ikisi, her devirde iç içe geçmiştir ve belki de eskinin insanı haklıdır, tarih çizgisel değil döngüseldir, her şey başladığı yerde bitiyordur, bilginin sınırları genişlemiyordur, atomaltı parçacıkların hepsi birer atomdur büsbütün, uzay cephesinde yeni bir şey yoktur, belki de yenilikçi bir eski fikre ihtiyacımız vardır, kim bilir?
İşte Jan Vansina, elinizdeki kitabın yazarı, bu iç içe geçmişliği fark etmiş düşünürlerden biriydi. Sözlü tarihin tarih metodolojisinde nasıl kullanılması gerektiğini, özellikle Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Ruanda ve Burundi'de ama genelde Afrika'da yaptığı çalışmalarla ortaya koydu ve bu alanda büyük bir yenilikçi kabul edildi. Hiç eskimeyen bir kelime olarak yeninin ve yepyeni anlamlar taşıyan bir tarihin öncülerinden biri... Elinizdeki kitap, sözlü geleneğe bakışı tümden değiştirdi, onun bir tarih unsuru olarak kullanılabileceğini, mensubu olduğu Batı dünyasına, henüz Batı'yla tanışmamış Afrikalı kabileler üzerinde gösterdi Jan Vansina. 2017 yılında, seksen sekiz yaşında öldüğünde, herhangi bir tarihçi yalnızca yazılı kaynakları kullanmaktan çekinmek zorunda hissetti kendisini, "Hafıza, algının arabuluculuğu ve duygusal durum ile birlikte, tanıklığı şekillendirir, birbirini izleyen algılardan belirli özellikleri seçer ve onları beklentiler, önceki bilgiler ve 'ne olmuş olmalı' mantığına göre sıralar, algıdaki boşlukları doldurur, ne anlatılacağına karar verir." derken, kendisinden sonraki insanların nasıl hatırlamaları gerektiğine dair ipuçları bıraktı, tarihi egemenlerin egemenliğinden çıkardı, bütün süslü cümlelere rağmen geriye atılan insan topluluklarını, yazmadıkları ama söyledikleri aracılığıyla tarih kalabalığının içine kattı ve yazılı-yazısız bütün kaynakları belirsizleştirdi; çünkü insan yanlış hatırlar, yanlış yazar, pek öyle güvenilir değildir, bunun böyle olduğu geriye bıraktıklarından da bellidir, Vansina'nın bıraktıkları da dâhil olmak üzere... Bu kitabı okuyacaksınız, neyi hatırlayacağınız size kalacak ama ne hatırlarsanız hatırlayın ebedi dönüşün içinde bir yerlerde hatırlanmaz hâle geleceksiniz. Entropi, bu gidişle, tarih denen insan icadı direniş türünü de yok etmeyi becerecek, sanıyorum.
 
Jan Vansına kimdir?
Belçikalı tarihçi ve antropolog. 1929'da Belçika'nın Antwerp şehrinde doğdu. İlkel olarak adlandırılan kabilelerin Avrupa'yla temaslarından önceki tarihlerinin de tespit edilebileceğini savundu. Bunun için, o zamanlar Belçika'ya bağlı olan Demokratik Kongo Cumhuriyeti'ne gitti ve tarih içinde sözlü geleneğin önemli bir yer tuttuğunu ortaya koydu. Vansina'nın çalışmaları, sözlü gelenek ürünlerinin geçerli tarih kaynakları olarak kabul edilmesini sağladı. Sözlü gelenek çıktılarına yaklaşırken tarihsel dilbilim, arkeoloji, antropoloji ve sanat tarihinin yöntemlerini kullandı. Böylece, yeni bir yöntem inşa etti. Onun çalışmaları neticesinde Avrupa'nın birçok yerinde ve Amerika'da, Afrika Tarihi araştırmalarıyla ilgili, Vansina'nın yöntemlerini kullanan bölümler kuruldu.
Vansina, Afrika Çalışmaları Derneği'nin (AfricanStudiesAssociation) MelvilleHerskovits ve Seçkin Afrikanist Ödülleri'ni kazandı. 1982'de Amerikan Sanat ve Bilim Akademisi'ne seçildi; ancak bu üyeliğinden, George W. Bush'un dünyadaki işkenceleri kınamaması üzerine ayrıldı. 1994 yılında, altmış beş yaşındayken emekli oldu. 2000'de Amerikan Felsefe Topluluğu'na seçildi. 2014'te Afrika İnsanî Yardım Faaliyetleri Derneği'nin (AHA) Bilimsel Nişanı'nı almaya lâyık bulundu. 8 Şubat 2017 günü Wisconsin'da öldüğünde evli, bir çocuk babası ve iki yüzden fazla makaleyle yirmi kitabın yazarıydı.
 
Yorum Ekle
İsim
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.