Üç Halin Aynı Anda Hakikati
Kuzey Kıbrıs için hangi sıfatı seçsek, hep bir yanı eksik kalıyor gibi. "İşgal altında bir coğrafya" dediğimizde kuzeyden sökülüp atılan rumlar ve toprakları gelir aklımıza. "De facto devlet" dediğimizde sosyolojinin, realitenin ve pragmatizmin gözlüğünü takıyoruz. Başka bir milliyetçiliğin şiddetinden kaçarken ara bir çözüm olarak kurulmuş bir yapıdan söz edilir. "Türkiye’ye bağımlı bir vesayet rejimi" dediğimizdeyse iktidarın yapısını, irade krizini, gündelik siyasal gerçekliği ifşa ediyoruz.
Ama asıl mesele, bu sıfatların birbirini dışlamaması. Belki de bu toprakların trajedisi, aynı anda hepsinin Hakikatın parçaları olması. Yani hem işgal altındadır hem devlet gibi davranır hem de kendi kararlarını veremez. Hem güvendedir hem de güvensiz. Hem anayasası vardır hem anayasal düzeni bir paravan gibi kullanır. Hem “kendi”dir hem de “başkasının uzantısı.”
KKTC, hukuksal varlığını Rum çoğunluk tarafından ele geçirilen Kıbrıs Cumhuriyetine rehin kalmış toplumun kendi kendini yöneteceği bir güvenli bölge iddiasına dayatır; çoğunluk olmanın ilüzyonuyla azınlık kalmış bir toplumun çeperidir yani. Diğer yanda, Kıbrıslı Rumlar içinse burası evden sürülmüş olmanın hiç bitmeyen yankısıdır.
Devlet gibi davranan ama tanınmayan; bağımsızlık ilan eden ama kendine ait politik bir iradesi olmayan; vatandaşlık dağıtan ama vatandaşlarını seçemeyen bir yapı bu.
Kavramlarla birbirini boğmak zorunda değiliz. Yarıştırmak ise nafile bir uğraş! Aksine, kuzey Kıbrıs'ın hakikati, bu eşzamanlı çelişkilerde saklı. Belki de onunla yüzleşmenin ilk adımı da “hangisi doğru?” sorusunu değil, “nasıl hepsi aynı anda mümkün olabiliyor?” sorusunu sormakla ve çözüm arayışını oralardan bir yerlerden başlayarak deneyebiliriz.. Hakikatın kırıntılarını birbiriyle çarpıştırarak değil!
(Mete Hatay)
Yine saçma sapan bir tartışmanın ortasındayız!
Babam yıllar önce Londra’da tanıştığı anneme, “Kusura bakma, sen Türkiyelisin; ben ‘Kıbrıslı’ bir kadınla evlenmezsem ileride doğacak çocuklarımız mağdur olur, o nedenle sana âşık olamam,” demediği için,
annem mağdur olacak, aylarca koşturup kardeşimle bana kimlik almaya çalışacak…
Esas mağduriyeti de kendisi yaşayacak. Hem de en “solcu”sundan!
Vallahi, hakaret etmemek için hiç yazmamak daha iyiydi ama artık dayanılacak gibi değil sizin sahte barışçıl halleriniz ve “solculuğunuz”.
Ari ırk Kıbrıslı tartışması için lütfen artık tarihçilerimiz mi devreye girer, sosyologlarımız mı, kim girerse girsin de bu cehalet ve cahil cahil konuşmalar son bulsun.
(Canan Onurer)
“Kucağına oturtmak” üzerinden siyasi bir dil kurmak ne kadar sığ, eril, itici ve gerici öyle… Yine bir savunma refleksi aslında bu; kendi gerçekliğini yansıtmanın, özne olamamanın dışavurumu…
Söylenen söz, düşüncenin kıyısından değil, merkezinden doğar.
Bize “kucak diplomasisi” değil; çözüm iradesi, medeniyet arzusu, ortak gelecek düşü gerek.
Kucağa oturmayı değil; ayağa kalkmayı, yürümeyi ve birlikte yol almayı seçmek…
(Cenk Mutluyakalı)
Son durum: Bugün Macaristan’da Türk Devletleri Topluluğu zirvesi var. Erdoğan’ın da katıldığı zirvede bilin bakalım kim yok? Oraya gitme yerine Acapulco’daki etkinlikle idare etmiş sanırım.
(Ulaş Barış)
Hayır, Dünyada hiçbir komedyen, hiçbir selebriti, bir gün içerisinde, hem mesleği, hem gafları, hem de özel yaşamıyla bu kadar gündem olmayı başarabilmiş değildir bu güne kadar.
Takdir ve şaşkınlıkla izliyoruz.
(Cenk Özdağ)