M.Kansu 142 sayfalık Türkçe-İngilizce ve Yunanca dillerinde yayımlanan “Huzur” adlı eseri kendisinin deyimiyle “yazınsal Türkler arası etkileşimler- şiir, öykü, anlat, bildiri ve çevirilerden oluşan bir eser. Hoca sürekli üretiyor , düşünüyor. Bu kitapla ilgili konuşurken diğer kitabının projesinden bahsediyor Kansu hoca. 60 yıldan fazladır Kıbrıs Türk yazını için üreten öncü isimlerden birisi olan Kansu hocanın bu eserinde Kıbrıs Türk şiiri ve edebiyatı üzerine yazdığı çok önemli bilimsel bildirileri okurken, bir diğer yandan şahane öyküleri de bulacaksınız.

I M G 6971-1

Renkli Mozaikler Üstünde Danseden Sarhoş Adam

O iki uzun adamı

İzledim;Aşağı Baf

Kalesi’nden ‘Kel Bedri’ye;

Hem gezinerek

Hem konuşarak

Duraksayarak hem.

Takım giyisiler giyinmişlerdi,

Ayakkabıları gıcırtılı,

O zamanlar,farkındaydılar,

Fark etmemişler gibi,

Gezinirken arkalarında

Dib dibe neredeyse.

Bir kezinde,

Bana baktı dönüp

O uzun boylusu;

Hem yürürken

Hem konuşurken;

‘Afrodit’in bir oğlu

Olmuş, bizim çocuklarımızın

Aynisi,dalgalı saçlı

Kahverengi gözlü,

Güneş yanığı.

Turunculaştı birden

Küçük gövdem;

Koştum Kıral Mezarları’na

Renkli mozaikler üstünde

Danseden sarhoş adama.

8.7.2024-Lefkoşa

I M G 6975

“Şiir ve öykü yazmanın, öykü anlatmanın; yazarının veya anlatanın tinsel varlığından; sezinleme ile birlikte oluşan bir ivmeden kaynaklanabildiğini sanıyorum. Öykü yazan ve anlatanların, halk arasındaki beğenilmeleri ve hayranlıkla kabul görmeleri; o yazan ve anlatıcılarının yüksek öğrenim görmüş(Okumuş olmaları) ile değerlendirilmeleri anlamına da gelmeyebilir: Yaşanmışlık her zaman yazınızı etkiler. Zaten yaşadığımızı yazıyoruz. Bu, bilinçaltı olayı. Yaşadıklarınızı unutmak mümkün mü? Unutmuş gibi görünürsünüz ansızın bir rastlantı, bir olay size geçmiş yaşadıklarınızı anımsatır. Bu nedenle ilham değil, yaşadığınız ve bilinçaltınızda bulunan bir olay bilinç üstüne çıkıyor. Bazen okullara gittiğimizde “Nereden ilham alıyorsunuz?” diye soruyorlar. Olay nereden ilham aldığınız değil, nasıl yaşadığınız, hangi deneyimleri yaşadığınızdır. Gabriel García Márquez ne diyor: “Anlatmak için yaşamak”. Yaşamadığınız şeyi anlatamazsınız.

Anlatılacak ya da yazılacak olanı “Yaşanmış olmak” olarak düşünülmeli belki. İşte sonra:yazabilmek olacaksa, “Olay, içerik,anlatı teknikleri, imgesel yaratılar, betimleme ustalıkları… Gerekçi mi,üst gerçekçimi ya da artı gerçekçiliğin kurmaca fantezilerde mi yatkınlık aranacak? Rus lirizminin sürgün yazarı İvan Bunin: “Bana gerçekçi demek,beni bir sanatçı olarak tanımamaktı.” O zaman, bir öykücünün öyküleri; yazınsal düzyazının belirgin merdivenlerine yürümek güçleşir oldukça.

Ve işte, öykücüye gelen ne ise, onu yazar. Öyküsel temalar;yaşadığımız çağın toplumsal yaşamdaki geçiciliği içerse de, teğet geçse de sonunda değişimler bizleri bir yok oluşa sürüklemektedir belki de. Yapay zekalara sormak gerekir: “İnsanı, elbette yazarı, neler rahatsız eder ve –trajik-olan nedir hayatta?”

Neler söylenebilinir ki…Belki de şöyle: Eşi subay olan bir hanım, Don Juan’ın biriyle aşk yaşar örtülü. Subay öğrenir bu ilişkiyi ve intihar eder…Evet,bu olay trajik mi?

Aslında, bunları düşünürken yapar bir zeka figürünün arkasında yürümeye başlamak: Alacakaranlıkta, elinde bir kılıçla bir köye yürümekteyim. O anda, yanımdan bisikletiyle geçen yaşlı adamdan anlayamadığım bir sözcük işitiyorum.

Köye dar bir geçitten giriyorum. Daracık, birbirine benzeyen sokaklar. Bir süre, çıkışa yönelmek istiyorum. Ama bu sokak başka bir sokak. Sokaklar karmaşık, uçsuz buçaksız. Önceleri sakinim. Çıkışı bulamadıkça derin bir kuyuya yavaşça düşer gibi. Bir sokakta bir çeşme,yankılanan bir ses: “İç bu sudan ve uzan toprağa. Buralardan çıkış yok. Hayatın,burada gerçekliğin gölgelerini fark ediyoruz. Buradan çıkış yok. Yaşlanıp öleceğiz bu daracık labirentlerde. Kimse yok. Sessizlik. Ölmekteyim. Hiç düşünmemiştim.”

“Ada ülkesi çocuklarıyız biz. Her tarafı çevirili bir ada. Türkiye gibi değil. Türkiye daha çok karasal. Ada insanı daha başka bir şey. Ada insanının psikolojisi, karakteri yaşadığı coğrafyaya göre şekillenir.

“Topraktan Çıktım ve Geldim Şimdi Buralardayım”

“çok geceler uyudum, Ömerge

Camii’nin toprak olmuş

mezarlığında, topraktan çıktım ben.

annem, iki selvi ağacı arasına

gerdiği ipe eski bir

çarşaf asar. biz orada

uyuruz geceleri.” (Kansu, 2014, s.25)

“Demirsi bir gerçekle yürüdük

apaydın düşlerimizle

denizlerdeki şu dört yöne,

Çiğ kaldı en kızıl elmalar bile.

Kararsın dedi varlığımız

karardık…

işte biz bunun için zenciyiz.

Öyle somut bir yaşam ortasında

öylesine kara

İŞTE BİZ BUNUN İÇİN ZENCİYİZ” (Kansu, 1962, s.5).

“Flütün Ağırlığı Sesi ya da Saraybosnalı için Bir Ezgi”

“Tohum insana çatlamış,

Bir kolu kesik,

Gözlerinde iki çelik süngü,

Ve sesi, bataklığa atılmış flüt.”

GÜNSEL Sanat Müzesi kapılarını açtı!
GÜNSEL Sanat Müzesi kapılarını açtı!
İçeriği Görüntüle

“Sonsuzluğun derin gölgelerinde gizlenmiş,

Bir mutluluğu boşuna düşleriz.

Ve kafa yorarken böylesine umutsuzca

Bir değil on yüzlerce;

Top mermisi,

Tabanca mermisi,

Makineli tüfek mermisi

Delice gelir, patlar yüreğimizde,,

Gözbebeklerimizde

Ve beynimizde.

Ve karanlık, salt soğukla, karla donanmış değildi;

Patlayan sesleri mermilerin,

Girmedik delik deşik bırakmıyordu

O küçük kasabadaki evin de.

Ve o evdeki onüç yaşındaki kızın;

Kulaklarına,

Yüreğine,

Gözlerine,

(Bir süre sessizlik olur,

Uzaklaşır gibi ölüm,

Bir parça ışık, çok derinlerden.)

Sonra kapı tekmelenir

Patlar yeniden mermiler

Ve hayvana dönüşmüş insanlardan sesler.

İki üç çığlık arasında,

Boğazlarına basıldı çizmelerle, bıçak dört beş kez kalkıp indi

Ve unufak edildi yaşlılar

Ve kanları toprağa aktı.

Kaç bin yıl önceki gibi

Akmakta yine şimdi

(B.B.C.’yi dinlediniz mi,

Nisanın biri, doksan üçte, saat on üçte?)

Kız çok güzeldi

Savunmasızlığının talihsizliğinde

Saçları, düz ve sarı

Mavi gözleri,

Ak teni kaygan.

Henüz bedeni dokunulmamış,

Aşkı bilmemiş,

Ve göğüsleri ellenmemiş

Saç diplerindeki acıyla

Boşluktaydı kız, henüz onüçünde

Sonra sırtüstü yerde

Yüzünde tokatların ateşi

Ve başınca dipçiğin açtığı delik,

Parçalarcasına yırtıldı giysileri

Ve iki bacağı yana.

Yüzleri yapay çiçek eskiliğindekiler;

Teker teker,

Birer birer

Kızın içine doldular.

Bir ara kızın gözleri açıldı,

Askeri başı, bir duman içinde gibiydi

Ağzı salyalı.

Sonra asker ayağa kalktı

Kızın gözleri, gözlerindeydi

Bıçağını çıkardı belinden

Diz çöktü…

Bıçakla kızın ki gözünü çıkardı

Ve sulu kan içindeki mavi gözleri,

Bir su bardağının içine attı;

O gözler, şimdi bize bakar” (Kansu, 1995, ss.62-64).