Türkiye’deki iktidar ile siyasi ilişkilerimiz ‘’yalakalık ile isyankârlık’’ eksenine oturdu.
Yalakalığı ve isyankarlığı siyaseten temsil etme rahatlığında hareket edilmesinin bir sebebi var. Her iki kutupta da söyleyene göre oy veren birbirine zıt da olsa dogmatik “inançlarını” kanıt olarak sunan parti tabanları oluştu.
Kutuplaşmanın orta yerinde, Kıbrıs Türkü’nün varlığını adada sürdürmesine ve Türkiye’nin çıkarlarının muhafaza edilmesine, fark yaratarak katkı koymuşlar ve ömür bırakmışların çocukları ve torunları da var. Son dönemde şahit oldukları ile bu mücadele, bu maskaralıkları görmek için mi verildi diye içlerinde fırtınalar kopmaktadır.
Bu yazının konusu değil, ama içinden geçtiğimiz süreç, yakın geçmişte Türkiye’de de yaşananlara bir boyutu ile benzediği görüşündeyim. AKP iktidarı öncesi hüküm süren askeri vesayetin uygulamalarına, laiklik ve Atatürk ilkelerine bağlı kalarak, karşı çıkanların yaşadığının benzeri bir ikilem yaşanmaktadır.
Yavaş yavaş azınlığa düşüyor olan bu kesim Kıbrıs Türkü’nün değerlerine, laiklik anlayışına sahip. Kuruluşuna inandığı devletin tanınmasa da haysiyetine sahip çıkılmasına ve illegal aktivitelerin “köprüsü” olmamasına karşı giderek artmış olan endişeli bir hassasiyeti var.
Bu hassasiyetleri ile ilgili yalakalık ile isyankârlık cephelerinin savundukları konuların birine karşı çıkarken diğerinin tüm söylediklerini savunur duruma düşürülme çabası ile karşı karşıya kalmaktadırlar.
Siyasetteki kutuplaşma yoluyla bu hale gelinmesinde “ağalık” değil, gerektiğinde tecrübesi ile “ağabeylik” yapmasını umut ettiğimiz Türkiye’deki siyasi iradenin elbette katkısı vardır.
Azınlığa düşüyor olan bu kesim, Ekim’deki seçimin kazananını belirleyecektir. Bilinmeyen ise sandık önüne geldiğinde “Türkiye’ye aman yanlış bir mesaj vermeyelim” endişesi ile verilmesi gereken mesajı, ben değil komşum versin refleksine dönüşüp dönüşmeyeceğidir.
Bu kesimin inkâr sürecinden çıkamadığı gerçek ise, siyaseti devletin üstüne koyan yaklaşımı ile siyasi iradenin o eski Türkiye’deki siyasi irade olmadığıdır. Değişen de yalnızca siyasetteki zarafet değildir.
Artık ayan beyan ortada olan farklı bir şey ile karşı karşıyayız. Ada askeri stratejik özelliğinin ötesinde, uluslararası illegal faaliyetlerin de parçası olmuştur. İçinde günden güne devlet ile iç içe geçtiği intibaını güçlendiren suç örgütü unsurlarını barındıran bu görüntü, devlet aklı ile yürütülen bir devlet siyaseti olmaktan çıkmıştır.
Bu çerçeveden baktığımızda, siyasi varlığımızın havadaki tüy kadar ağrılığının olması, bu tür aktiviteler için Kuzey’in kontrol edilebilir unsur olarak muhafaza edilmek istenmesini cazip kılmaktadır. Seçim dönemlerinde sahada T.C devletinin çıkarlarını temsil ettikleri algısını yayarak kraldan kralcı hareket edenler, tam olarak neye hizmet ettiklerinden bihaberdirler.
Tedavüle yüksek perdeden sokulan toplumu ayrıştırıcı dil ile örneğin plansız programsız Maraş açılımı ve iki devletli çözüm de bu arka planı karartma amacına yöneliktir. “İpteki cambaza bak” oyununun sahnelenmiş halidir. Yoksa T.C devletine yalnız bırakıldığı dönemde bile gönül koymadan bağlı bir toplumun yapacağı, Cumhurbaşkanı tercihinden başlayarak iktidar partisinin kongresine birinci dereceden müdahil olma isteğinin sebebi gerçekten başka ne olabilir? Türkiye’ye “ayıp olmasın” diye tüm bunlara alet olmamak lazım. Sonradan “kandırıldık” demek bu aydın kesime yakışmaz.
Sirke dönüşen hayvanat bahçesine çadır kuran siyaset kurumları, siyaseti güdülen kuzular, koyunlar ve gezgin özgür eşekler üzerinden devam ettirecekleri bir seçim süreci yaşayacağız.
Gerçekçi olmak gerekirse siyasi eksenin orta yerindeki “gezginler” zaman kazanmak ve Kıbrıs Türk’ünün yok oluş sürecini yavaşlatmak adına fark yaratabilecek yegâne unsurdur.
Diğerlerinin Ekim’deki seçimde yöneleceği adres, gelişmeler ne olursa olsun zaten bellidir.