Benim jenerasyonuma ait olan Kıbrıslılara “sömürge çocuğu” denirdi.
Damarlarında “Türk kanı” kaynayan abilerimiz “İngiliz”den nefret ederdi…
Şiirimize, şarkılarımıza, fıkralarımıza, manilerimize “Sömürge karşıtlığı” egemendi.
Yatar kalkar, İngiliz’e söverdik…
1959’da Kıbrıs Sömürge Yönetimi “Yardımcı Polis” kaydetmeye karar verdi.
Başvuranlar arasında yapılan seçmede 70 kişi sınavı geçti ve “Strovolos Polis Okulu”nda eğitime alındı.
Bu 70 kişi içinde yalnızca 4 kadın aday vardı.
Bunların dördü de Kıbrıslı Türk kadınlardı…
Larnaka’dan Sittiga…
Baf’tan Melahat…
Girne’den Güner…
Lefkoşa’dan Halide…
Bu modern Kıbrıslı Türk kadınlar; Türkçe dışında Fransızca, İngilizce ve Rumca’yı çok iyi derecede biliyorlardı.
Aralarından bir tanesi anlatıyor:
“Tabanca ve topuz taşımazdık. İskoçyalı İngiliz Polis Yüzbaşısı Mary Reed; birini tutuklayacağımız zaman “please” kelimesini kullanmamızı isterdi. Kadın tutuklulara kelepçe takmazdık.”
Aradan tam 66 yıl geçti…
“Sömürge Kıbrıs” tarih olmuş ama biz “sömürgeci” zihniyetten daha şirret, bambaşka, icazetli bir “sömürge” olmuşuz…
66 yıl önce Kıbrıs’ı işgalinde tutan İngiliz “please” diye tutuklama yaparken, biz havaalanından alıp, karakola avukat götürüyoruz…
66 yıl önce sömürgeci İngiliz, özellikle kadınlara “kelepçe” takmıyordu, biz “keyfimize göre” kadın erkek fark etmez; dilediğimize takıyor, dilediğimize takmıyoruz…
20. yüzyılın “Sömürgeci” İngiliz polisi tabanca ve cop taşımıyordu, biz bir defada 600 kişiye “tabanca izni” veriyoruz.
“Eşit ve egemen” dedikleri şeyi; ceberrut ve otoriter bir idare olarak dünyaya tanıtıyoruz…
Yalnızca bu mu?
“İntipüften” nedenlerle tutuklayıp 19 Temmuz’dan beridir hapiste tuttuğumuz 5 Kıbrıslı Rum’a çektirmediğimiz “eziyet” kalmadı…
Bir İskele’de yargılanıyorlar… Bir Lefkoşa’da…
Tam dört ayrı dava…
Yargılama süreci; “KKTC devleti” bakımından tam bir “traji komik” duruma dönüştü.
Savcılık ve adalet sistemi lime lime dökülüyor…
Bu yaşlı ve hasta insanlara “sağlık hizmeti”ni bile doğru dürüst veremiyoruz.
Doktorların yazdığı ilaçları alamayan, tedavileri yapılamayan bu tutuklu Kıbrıslı Rumlara hapiste çektirilen “işkence” sanır mısınız ki yanımıza “kâr” kalacak…
Sanır mısınız ki; Rum tarafı boş duruyor? Sanır mısınız ki tüm dünya ahmaktır ve sizin “misilleme” niyetinizi okuyamayacak.
Bu insanların uğradığı “mağduriyet”in faturası, sonunda Türkiye tarafından takır takır ödenecek.
Dünyaya “rezil” olmak pahasına “incir çekirdeğini doldurmayan” gerekçelere sığınarak 5 Kıbrıslı Rum’a dünyayı dar ettik.
“Toplum vicdanı” içinde zerre kadar yer bulamayan, inandırıcı olmayan geciktirmelere, acemiliklere sahne oldu mahkemlerimiz…
Geçiş barikatında Nisan ayından beri kameraların bozuk olduğu çıktı ortaya…
Yalnızca bunun için bile davalar geri çekilmeli ve bu kişilerden ispatlanamamış bir iddia nedeniyle özür dilenmeliydi.
Sonra; bir yalanın daha “utancı” yapıştı yargı düzenimizin üstüne… Savcılık 3 gün hasta tutukluya sağlanamayan ilaçlar için “eczaneler kapalıydı” demişti mahkemede. O da yalan çıktı.
Gerçekten “insan” olan her bireyi derinden sarsacak olaylar yaşadık son günlerde…
Hele bu Rum tutukluların Kıbrıslı Türk avukatının havaalanında tutuklanıp elleri kelepçeli mahkemeye çıkarılması, yazıhanesinin ve evinin aranması “KKTC hukuğu”nu dünyada bir tek tanıyan kendi yurttaşını bile çileden çıkardı.
JUJU denilen bir UBP’li kadına yapılan “hukuksal kıyak” belleklerden henüz silinmemişken, bir avukat için “mahkeme emri”yle arama izni verilebilmesi çok ciddi bir “garabet” görüntüsü veriyor.
Yeni Yüksek Mahkeme Başkanı’nın uzun sürecek kariyerinin daha başında yer alan, en hafif deyimiyle bu “hukuksal zafiyetler” ciddi “saygınlık” erozyonu yaratacaktır.
Gerçekten de soru şudur:
Avukat Murat Metin Hakkı’nın sözünü ettiği “Tribunali Speciali per la Difesa dello Stato” adındaki, diktatör Mussolini’nin faşist rejiminde (1922-1943) kurulan “Musolini mahkemleri” mi olacağız, yoksa “Anglo Sakson” hukuğumuzu koruyabilecek miyiz?
Daha da önemlisi “uluslararası hukuk”a saygı gösterecek miyiz, yoksa burada “dağbaşı” kanunları mı egemen olacak?
AİHM kararlarında kelepçenin “insan onuruna saygı” noktasında bir ihlâl, aşağılayıcı muamele olarak yer aldığını, bu konuda pek çok TC’linin de methalder olduğu kararlar bulunduğunu bilmiyor mu polisimiz, mahkemelerimiz?
AİHM’nin 1992’de aldığı "Niemietz Almanya" kararının, avukat bürosunun polis tarafından aranması konusunda neler içerdiğinden haberdar değil mi hukuk sistemimiz?
Polis aramasının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 8. maddesinde düzenlenen özel hayatın ve haberleşmenin gizliliği hakkını ihlal ettiğini bilmiyor mu polisimiz?
Dünyadan bu kadar mı uzak kaldık?
Avukatlık mesleğinin özünde müvekkil–avukat gizliliği bulunduğunu, bu tür aramaların bu gizliliği tehdit ettiğini bilmiyor mu hukuk bürokrasimiz?
Haydi diyelim ki “arama” kararı verildi. Aramada baro temsilcisinin bulunmasına özen gösterilmesi çok mu zordu?
Avukatın ofisinde suç konusu dışında kalan belgeleri polisin toplayıp götürmesi, avukat-müvekkil gizliliğini ihlal değil mi?
Polisin “zırt pırt” her tutuklamada telefon, bilgisayar ve tüm evraklara el koyması, özel hayatın derinliklerine kadar girmesi “normal” midir?
Türkiye'de bile Ceza Muhakemesi Kanunu’nun Madde 130’unda, avukat bürolarının aranması ve belgelerin el konulmasıyla ilgili özel ve sıkı usul hükümleri bulunurken biz “neresindeyiz hukuğun” Tanrı aşkına?
Yüksek Mahkeme’nin yeni başkanından daha aktif, daha şeffaf, daha “toplum vicdanını” dikkate alan bir “hukuksal yönetim” beklersek, çok mu abartmış oluruz?