Önceki yazımda önümüzdeki Ekim’de yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçiminde şimdiden ön plana çıkan iki adayın pozisyonlarını ve gözlemlerime dayanarak, kendi seçmen ve genel halk nezdinde adaylıklarının “kabul edilebilirlik” seviyesini yazmıştım.
Sadece Kıbrıs’tan değil, Türkiye’den bile süreci yakından takip eden ve Kıbrıs siyasetinde kendi çapında etkili olabilen okuyucularımdan da yazdıklarımı ve iddialarımı net olarak destekleyen mesajlar geldi.
Bazıları 74 öncesini ve 74ü görmüş, yaşamış, hatta ölümle dansetmiş eski askerler ve o günleri burada yaşamış olan insanlardı.
Bir tanesi o dönemde gencecik bir komando teğmen olarak Türk Alayı’nda görevli olup da emrindeki topu topu toplamı 24 kişinin oluşturduğu bir takımla, sayısı 5 bini aşan Yunan Alayı’nın batıdan önünü keserek Lefkoşa Havaalanı istikametine harekatını engelleyen, bu kadar az sayıda adamla mevzi savunmasına kalkışmayıp, aldığı emirle Yunan Alayı’nın batı tarafında konuşlanmış ve kendi gücünden en az 20 kat daha güçlü ve donanımlı düşmana saldıran, ve saatlerce süren çarpışmalardan sonra Yunan mevzilerini tek tek imha ederek, Yunan Alay karargahına kadar giren ve en sonunda Yunan Alayı’nın sancağını da ele geçiren Mithat Işık’tan geldi.
Tarihi tam olarak bilmeyenler için kısa bir özet geçeyim.
59-60 Zurih-Londra andlaşmaları çerçevesinde kurulmuş olan ve iki kurucu ortağı olan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin temsili savunması için Garantör devletler tarafından 950 Yunan askerinden ve 650 TSK askerinden oluşan iki birlik oluşturulmuştu.
Rum tarafı Kıbrıs Türkünü kurucu ortak olarak hiçbir zaman kabullenmemişti, nitekim Makarios bunu antlaşmaları imzaladıktan sonra indiği Lefkoşa havalanında asasını yere vurarak “Bu iş burada bitmedi” demiş, kendi sonunu da hazırladığını fark etmeden, yeni bir yıkım sürecine adım atmıştı.
Neticede, Makarios ipleri elinden kaçırmış, 1963 sonunda kasten başlatılan olaylar zincirinde, ki bu olayları Rumların veya Türklerin değil, adadaki Amerikan-İngiliz emperyalizminin uşaklarının tetiklediğine, başlattığına eminim, iki taraf arasında bir düşmanlık baş göstermiş, terör, dehşet ve vahşet süreci ta 1974e kadar devam etmişti.
Bu noktada bir ayrıntıya dikkatinizi çekeyim; 1960’a kadar Rumların terör ve anarşi eylemleri ağırlıklı olarak İngilizlere yönelmişti… İngilizler istedikleri egemen üsleri alıp da ada yönetimini Rumlarla Türklere bıraktıktan sonra, İngilizleri yenilgiye uğrattığını ve aynı yöntemler doğrultusunda yapacakları bezdirme eylemleriyle Türkleri de yıldıracaklarını düşünen ve Zürih-Londra andlaşmalarını da zoraki olarak kabullenen Rumlar, taciz eylemlerini bu kez Türklerin üzerine çevirdiler.
Aslında netice, tam da İngilizlerin ve Amerikalıların istediği neticeydi, bu yüzden özellikle Amerikalılar Türklerle Rumlar arasında başlayan gerginliğe su yerine benzin dökmeyi tercih ettiler ve BM’deki güçlerini kullanarak, adaya Barış Gücü adı altında bir güç yerleştirdiler, ayrışmayı kalıcı hale getirdiler…
O dönemde, Makarios’un Rusya ile gayet sıkı ve iyi ilişkileri vardı, Ortadoğu’da Rusya ile fena halde güç kavgasına girişmiş olan İngiltere ve Amerika’nın ise buna asla tahammülü yoktu…
Neticede, iki taraf arasındaki gerilim Rusya ile iyi ilişkiler içine giren Yunanistan’daki Albaylar Cuntası’nın da Rum-Yunan faşistlerine verdiği destekle ve bu kudurmuş katiller ordusunun adadaki gücü ele geçirmesiyle, Makarios’u da pasifize etmesiyle iyice arttı.
74’e gelindiğinde adadaki 650 kişilik TSK askerine ve sayısı 4000e yaklaşan TMT mensubuna karşılık, Rum tarafında silah altına alınmış, ağır silahlarla desteklenen 40 binden fazla bir milis gücü ve normal sayısı 950 iken yerel milis güçlerle desteklenerek sayısı 5 binin üzerine çıkarılan bir Yunan Alayı vardı…
Sayısı neredeyse 50 bine yaklaşan ve her türlü ağır silahla desteklenmiş olan bu güç, 74 Şubat ayından itibaren, Makarios’a karşı yapılması çok önceden planlanan darbede adanın kontrolünü anında ele geçirmek ve sonra da adayı bir oldu bittiyle Yunanistan’a bağlamak için adanın her tarafına yayılmıştı.
Lefkoşa’da ise 5 binden fazla bir askeri güce ulaşmış olan Yunan Alayı ise Lefkoşa’nın kritik bölgelerini, Lefkoşa havalanı dahil, bir yıldırım harekatı ile ele geçirecek, batıda Güzelyurt-Lefke yolunu tamamen kapatacak, böylece Türklerin batı ile ilişkisini de tamamen kesecek şekilde konuşlanmıştı… Türk Alayı ise az sayıdaki gücünü mecburen üçe bölmüş, Türklerin yoğunluklu yaşadıkları Gönyeli, Kaymaklı, Boğaz gibi bölgelere dağılmış, olası bir fırtınanın patlamasında önceliği mahalle aralarına sıkışmış Lefkoşa bölgesi Türklerinin korumasına vermişti.
Rum tarafı 1964’den beri uluslar arası andlaşmaları filan takmamış, kendine ağır silahlarla donanmış gerçek bir ordu yaratmıştı.
Sayısı yasal sayısının beş katını aşan bir güce çıkan Yunan Alayı saldırı, yasal mevcudunu koruyan ve koruma altına almaya çalıştığı bölgelerde ise bir avuç mücahit ile işbirliği yapan Türk Alayı ise genel olarak savunma pozisyonundaydı.
Birinci harekatta, Rum-Yunan ortak güçlerinin en güçlü parçası kabul edilen ve Beşparmaklarda konuşlanmış iki Rum-Yunan Komando taburu Yarbay Cemal Eruç komutasındaki efsanevi Birinci Komando Taburu’nun iki bölüğü ile 21 Temmuz gecesi savaş tarihinin en şiddetli çarpışmalarından birine girişmiş, karşılıklı açılan ateşlerle cayır cayır yanmaya başlayan Beşparmaklardaki yangınların içinde çoğu zaman göğüs göğüse ve 12 saatten fazla süren bir mücadele sonucunda iki Rum-Yunan komando taburu yenilgiye uğratılmıştı…
Beşparmak savaşında her bir Türk komandosuna karşı en az beş Rum-Yunan komandosu vardı ve Rum-Yunan taburları araziye çok iyi yerleşmişti, çapraz ateşle birbirlerini çok iyi kollayıp, koruyabiliyorlardı…Buna rağmen bu orantısız savaşta şehit düşen her Türk komandosuna karşılık yer yer 5, yer yer 10 ve hatta yer yer de 20 Rum-Yunan komandosu etkisiz hale getirilmiş, savaşın sonunda Beşparmaklardaki Rum-Yunan komando taburları nerdeyse tamamen imha edilmiş, bu alandaki egemenlikleri tamamen sona ermiş, Girne-Lefkoşa yolu tamamen Türk güçlerinin eline geçmişti.
Beşparmak savaşından kurtulan çapulcuların en büyük marifeti, ikinci harekat sırasında Atlılar, Muratağa, Sandallar köylerinde katliam yapmak olacaktı…
Girne-Lefkoşa hattı Türk güçlerinin eline geçmişti, ama Lefkoşa’da hakimiyet hala Rum-Yunan güçlerinin elindeydi… İkinci harekat başladığında Yunan Alayı’nın birinci hedefi Lefkoşa havalanını ele geçirmek ve oradan da Lefkoşa’dan batıya uzanan yolu kontrol altına alarak, Lefke ile Türk güçlerinin tüm irtibatını kesmekti.
İşte bu noktada, Türk Alayı’nın komando teğmeni emrindeki 24 askerlik gücü ile Lefkoşa’nın batı tarafında konuşlanmış, Yunan Alayı ile Lefkoşa havalanı arasına girmiş, sonra da aldığı emirle bir avuç askerle Yunan Alayı’na karşı saldırıya geçmişti… Bu tam bir intihar saldırısıydı ama Mithat Işık’ın iyi eğitimli komandolardan oluşan takımı yoğun makineli tüfek ve havan atışı altında kalmalarına rağmen tek bir zayiat bile vermeden iki kilometre boyunca ilerleyerek Rum-Yunan mevzilerini tek tek düşürdü, Yunan Alayı’nın karargahına kadar girdi, alay sancağını da ele geçirdi…
İki koldan Türk Alayı’nın karşı saldırısına uğrayan Yunan Alayı’nın bu çarpışmada verdiği kayıp sayısı nerdeyse 300ü buluyordu… Yunan Alayı’na saldıran Türk askeri sayısı düşmanlarının onda biri kadar bile yoktu, buna rağmen çok az zayiatla Yunan Alayı’nın ana karargahı ele geçirildi, karargah çevresinde konuşlanmış Yunan askerlerinin nerdeyse tamamen imha edildi, sağ kalanlar da çareyi kaçmakta buldu…
Mithat Işık’ın 24 askerle başlattığı ve kusursuz bir askeri başarı sayılacak ve savaş tarihinde okutulması gereken incelikteki harekatı sayesinde Yunan Alayı Lefkoşa havalanını ele geçiremedi, Lefke istikametine gelecek yolun kontrolünü de tamamen kaybetti…
Birinci harekatta Cemal Eruç’un ekibinden en büyük darbeyi Beşparmaklarda yemişler, ikinci harekatta ise en büyük darbeyi Kıbrıs Türk Alayı’nın iki takımından yemişlerdi.
40 binden fazla askerle TSK’nın Mağusa’dan, Baf’tan, Larnaka’dan, Gemikonağı’ndan adaya çıkmasını beklerken, TSK Girne’den dosdoğru çıkmıştı.
En güvendikleri komando taburları ve Yunan Alayı da kendilerinden misliyle daha düşük güçteki TSK komandoları tarafından yok edilmişti…
11 yıllık esaret ve terör düzeni 16 Ağustos’ta Cemal Eruç ve ekibindeki üsteğmenler Işık Koşaner ve Haluk Üstügen’in Lefke’ye girmesiyle son bulmuştu.
16 Ağustos’ta sadece Lefke kurtulmamış, tüm doğu Akdeniz coğrafyasının tarihini değiştirecek bir harekatın neticesinde “işlem” bitmişti…
Bir taşla üç kuş vurulmuş; Amerikan ve İngiliz çetesinin lafını dinlememekte ısrar eden, Rusya ile fingirdeşen, şımarıklıkta sınır tanımayan Rum-Yunan ikilisi Türkiye tarafından feci şekilde dövülmüş; ada Amerikalıların planladığı şekilde ikiye bölünmüş ve kuzey tarafına o dönemde Amerika’nın güvendiği bir NATO gücü olarak TSK yerleşmiş; bu curcuna içinde İngiliz üslerinin pozisyonu da garantiye alınmıştı.
Bütün bunlar, Rum-Yunan ikilisini şımarıklığı sayesinde olmuştu.
Bugünse, hala Rum kilisesinin papazları Türklere karşı kana susamışlıklarını gösteren rezilane açıklamalar yapmaya, tüm dünyayı Türkleri adadan kovmak için kolları sıvamaya davet ediyorlar… Din sömürüsünün insanlığı nasıl bir kaosa, vahşete ve dehşete sürüklediğinin örneklerini artırmak için ellerinden geleni yapıyorlar…
Bu din adamı kılığındaki kana susamış şeytan müsveddelerinin 1955-1974 arasında kutsadıkları EOKA teröristlerinin hem kendi vatandaşlarını hem de Kıbrıslı Türkleri, özellikle de sivilleri, kadınları, çocukları, yaşlıları nasıl vahşice parçaladıklarını tüm dünya gördü… Görmesine gördü ama bugüne kadar ne olaylara seyirci kalmış ne de Kıbrıs konusuna dahil olmuş ve dünyanın patronu geçinen ülkelerden hiçbiri çıkıp da “Be refikler, vahşi barbar arıyorsanız aynada kendi yüzünüze bakın, yemedik halt bırakmadınız, Türklere resmen cehennem hayatı yaşattınız, sonuçta da layığınızı buldunuz…” demedi…
Yani, BM ve Güvenlik Konseyi dahil, Rum-Yunan ikilisinin Kıbrıs’ta Kıbrıslı Türklere karşı yaptığı katliamları ve yaşattıkları vahşeti gayet normal gördüler, hatta meşru gördüler…Dahası, Rum-Yunan vahşetine karşı yasal hakkını kullanan Türkiye’nin müdahalesini de gayrı meşru gördüler!
Ve daha dahası, Kıbrıs’ta her türlü bölünmeyi ve sorunu hazırlamada başrolü oynayan ABD ve İngiltere, çıkarları gereği Ortadoğu politikaları doğrultusunda alacaklarını Rum tarafından aldılar, geldiğimiz günde ise bunlara çıkar ortakları Fransa ve İsrail de katıldı, Rum tarafıyla tek taraflı olarak yaptıkları anlaşmalarla Rum tarafını NATO’nun adı konulmamış bir askeri üssüne çevirdiler… E, kuzeyde de bir başka NATO üyesi TSK var, iş tamamdır!
Ama öyle mi gerçekten?
Değil, bu çıkar ortaklığında bir fazlalık var, o da Türkiye’nin adadaki askeri varlığı!
TSK Kıbrıs’ta varlığını sürdürdüğü sürece Rum tarafıyla diğerlerinin çıkar ortaklığı hep TSK’nın tehdidi altında olacaktır, TSK bu dört kafadarın çıkar ilişkilerine hep bir tehdit teşkil edecektir… Bu bakımdan TSK adadan çıkarsa, gerisi, yani Kıbrıslı Türkleri tertiplemek, çok kolaydır.
Şimdi gelelim neticeye, Ekim’de bir Cumhurbaşkanlığı seçimi var, bu seçimin sonucunu belirleyecek iki görüş var; Birincisi Tatar’ın savunduğu iki ayrı devlet ve komşuluk ilişkileri, ikincisi de Erhürman’ın savunduğu Rumlarla yeniden bir araya gelme ve ortaklık devleti kurmak…
Ortadoğu’nun özellikle Amerika ve İngiltere’nin ayak oyunlarıyla cehenneme çevrildiği, özellikle siyasal islamın terör boyutuna evrildiği ve Amerikan-İngiliz-Fransız ve hatta Yunan emperyalizminin aparatı olarak kullanıldığı, insanlık tarihinin gördüğü en vahşi, en barbar terör örgütlerinin sayın AB devletleri ve Amerika tarafından çıkarları doğrultusunda meşrulaştırıldığı bir ortamda, ve hatta, bu vahşi katil sürülerinin elebaşlarının Rum tarafı tarafından resmen tanındığı ve meşrulaştırıldığı bir ortamda, federasyon tezinin bir numaralı gereği olarak TSK Kıbrıs’tan çıkarsa, çıkmak zorunda kalırsa, acep ne olur?
Örneğin, federasyoncuların istediği olursa, TSK da önümüzdeki birkaç yıl içinde kademeli olarak adadan ayrılmak zorunda kalırsa, 74’e kadar anlattığım olayların bir kez daha gerçekleşmeyeceğinin garantisini federasyonu savunanlar verebilir mi?
Diyelim ki, TSK’nın en azından büyük bir bölümü adadan ayrıldı, hemen arkasından da ilk fırsatta Rum tarafı uyduruk bahanelerle yeniden kudurdu, Kıbrıslı Türklere karşı elinden gelen her türlü kötülüğü, tehdidi ve tacizi yapmaya başladı, ve hatta bir Ortadoğu klasiği olarak, kiraladığı taşeron tetikçileri kullanılarak kafasını kaldıran herkese karşı faili meçhul kalacak sokak infazları başlatıldı…Ki geçmişte bunu gayet başarılı bir şekilde yaptılar!!!
Ayrı devleti değil de federasyonu savunanlar ne halt edecek?
Bir gerçeği unutmayalım, Türkiye’de emperyalizmin uşağı çetelerin yarattığı PKK’nın ve daha düne kadar dünyanın gördüğü en vahşi cihatçı teröristlerin toplandığı HTŞ’nin en büyük destekçilerinden biri, yani terörü meşrulaştıran ve destekleyen bir Rum muhatabımız vardır…Sıradan Rum vatandaşları hükümetlerinin yaptığını desteklemeyebilir, ancak hükümetleri HTŞ çapulcuları ile, PKK çapulcuları ile gayet haşır neşirdir, hem de bunu hiç çekinmeden, saklamadan yapmaktadırlar.
Pek sayın federasyoncu muhalefetimizden de bu konuyu eleştiren tek bir kelime duymadım…
Eğer birgün TSK adadan ayrılırsa ve Rum hükümeti de eli kanlı HTŞ ve PKK çapulcularına kapıyı ardına kadar açarsa, bu çapulcular da yerli Rum fanatik çapulcularla birleşirse, sizce Kıbrıs sokaklarında ne olur?
Unutmayın, Müslüman kardeşlerimiz dediğimiz Filistin Kurtuluş Örgütü ve Hamas çapulcuları bile 74 öncesinde de, 74’de de, hatta bugün bile Rum tarafının destekçileriydiler, Rumlar bizi katlederken en büyük desteği bu din kardeşi dediğimiz çapulcu sürülerinden alıyorlardı… Şimdi ise HTŞ denen çapulcularla fingirdeşiyorlar!
74’e kadar anamızdan emdiğimiz sütü burnumuzdan getirdiler, 74’de bir avuç TSK askeri bunların kıçına tekmeyi basınca, vay Türk ordusu bizi ezdi geçti, evlerimizden olduk, insanlarımız öldü diye yaygarayı bastılar ve halen de basıyorlar… Ve Türkiye’de iktidara geldiği günden beridir her şeyi yüzüne gözüne feci şekilde bulaştıran AKP iktidarı, kalktı bunlara mal-mülk tazminatı yanında manevi tazminat da ödenmesinin önünü açtı…Ama 11 yıl boyunca yedikleri haltların, katlettikleri binlerce Türkün, yakıp yıktıkları Türk 103 köyünün, cayır cayır yaktıkları Türk tarlalarının, beşikte bile katlettikleri çocukların maddi ve manevi hesabını soramadı!!!
Kendi arsızlıklarının, soysuzluklarının bedelini ödeyen bir güruha sen kalkıp maddi manevi tazminat ödüyorsun, ama yaptıklarının bedelinin hesabını sormuyorsun!
TSK’nın yokluğunda kimliği meçhul kiralık tetikçiler eski yöntemleri Kıbrıs’ın dört bir yanında geçmişteki gibi uygulamaya kalkıştıklarında, bugüne kadar hiçbir yasa tanımamış, Kıbrıs Türkünü Cumhuriyetten kovalamış, haklarını dibine kadar gasbetmiş Rum tarafı ilk fırsatta Kıbrıs Türk toplumu için tahammül edilemez baskılara başladığında federasyonu savunanlar popolarını kaldırıp da hayatlarını ortaya koyarak bir Cemal Eruç’un, bir Mithat Işık’ın, bir Işık Koşaner’in, bir Orhan Ceylan’ın, bir Tuncel Güngör’ün yaptığını yapabilecekler mi?...Yoksa, aldatıldık, sinin da kalın yoksa bizi temizleyecekler mi diyecekler!!!
Netice olarak;
Ekim’deki Cumhurbaşkanlığı seçiminde bizim millet ya;
Rum tarafı uluslar arası andlaşmalara tamamen aykırı olarak tepeden tırnağa silahlanırken, silah altında 80 binden fazla milis tutarken, federasyon palavrası altında masada Rum tarafının her türlü tavizi koparmasını, kendi devletinden vazgeçmeyi, TSK’nın adadan ayrılmasını, ucu belirsiz bir zoraki evliliği, ve neticede AB kimliği altında Kıbrıslı Türklerin en fazla on yıl içinde suda eriyen şeker gibi eritilerek asimile edilmesini tercih edecek…
Ya da;
Kendi devletinin çatısı altında, kendi toprağında, kendi güvenlik güçlerinin koruması altında, kendi kimliğine, kültürüne sahip çıkarak yaşamayı tercih edecek…
Evet, KKTC’de bugüne kadar kurulmuş ganimet ve partizanlık düzeninde hak ettiğimiz yönetimleri oluşturamadık, memleketi sorma gir hanına çevirdik, ne doğru düzgün bir ekonomi politikamız oldu, ne doğru düzgün bir sağlık ve eğitim politikamız oldu, ve keza kendi yaptığımız hatalar için de hep başkalarını suçladık…
Ama çare Rum tarafının istediği şartlarda, kısa süre sonra tekrar bozulacağı kesin olan zoraki bir evlilik değildir.
Kendi devletini adam edemediysek, partizanlıktan, ganimet düzeninde kurtaramadıysak bunun tek sorumlusu biziz, başka da kimse değildir!
Kendi beceriksizliklerin sayesinde birtakım sorunlar var diye bağımsız devletin dururken niye bu devleti bağımlı hale getireceksin ki?
Kendi devletini bağımlı hale getirmek, zoraki bir evliliğe zorlamak, kendi sebep olduğumuz sorunlara çözüm mü getirecek?
Yok öyle bir dünya!...Kimse senin hatalarının bedelini ödemez, senin sebep olduğun zarar ziyanı kendi cebinden ödemez, ama çatır çatır sana ödettirir…
Dünyanın gözü önünde tekme tokat kovulduğun, tüm insan haklarının yerle bir edildiği, hatta insanlığının katledildiği, insanlarının soykırıma uğratıldığı bir ortaklığa niye tekrar döneceksin ki, dönmek bir çözüm mü olacak?...Olacaksa bile öyle bir imkan var mı?
Rum-Yunan faşistleri 74 ve öncesinde kendilerine karşı çıkan ılımlı Rumları bile çatır çatır katlettiler, ellerine yeniden fırsat geçerse bizim mi gözümüzün yaşına bakacaklar?
Tekrar soruyorum, kendi evin, kendi devletin varken kontrolün tamamen zorbaların elinde olacağı zoraki bir ortaklığa girişmek niye?
Özellikle federasyoncu geçinenler buyursun bunu bana açıklasın…
Ha, diyeceksiniz ki bağımsız devlet tamam da, Tatar’ı beğenmiyoruz…
E, alışmışsınız entrikacılara, yalancılara, sağ gösterip sol vuranlara, sol gösterip sağ vuranlara, fırıldaklara, ama bir türlü alışmamışsınız olduğu gibi duranlara…
Bu adam da böyle biri işte, neyse o, ister kabul edelim ister etmeyelim, olduğu gibi duruyor…Olduğu gibi duruyor diye devletten vaz mı geçelim, yamalı bohçaya dönelim?
Geçin bunları, bir kalem…
Açın gözünüzü, esas büyük tehlike Tatar filan değil, koltuğu kollayabildiği kadar kollasın diye artık aleni şekilde terör örgütleriyle bile haşır neşir olan AKP iktidarı ve onun işbirlikçi piyonlarıdır, artık kendi kendilerini bile yok edecek türden, hem de en tehlikeli türünden bir kansere dönüştüler…
Kendi çıkarları için Türkiye’yi bile ateşe atmaktan çekinmeyen, Suriye’de burnunun dibinde cihatçı çapulcularla PKK teröristlerinin bir devlet kurmasından gocunmayan, katiller sürüsüyle ve elebaşı katille iktidar pazarlığına oturan bu zihniyet, çıkarı için bir kulp uydurup, Kıbrıs’ı mı satmayacak…
Rumlar özellikle son zamanlarda kime güvenip de bu kadar azdı sanıyorsunuz?