Bir “kuyruklu yalan” dolaşıyor seçim ortamında...
Hatta; Bay Tatar’ı yeniden seçtirmek için “biat” tutkalıyla birbirine yapışmış üç “tutucu sağ” partinin ortak propagandası, bu “yalan”dan besleniyor.
Neymiş?
Seçimler; federasyon taraftarları ile iki devleti savunanlar arasında bir “referandum” niteliğinde olacakmış…
Bay Tatar “seçilirse” daha doğrusu seçtirilirse, “iki egemen devlet” politikası, halkın onayını almış olacakmış…
Bu; şiddetli bir “yalan rüzgârı”dır…
Herşeyden önce, rahmetli Denktaş tarafından yıllar önce denenen ve Ankara tarafından tekrar “ısıtılarak” piyasaya sürülen “egemen iki devlet” politikası, Kıbrıs sorununun çözümü konusunda bir “tez” olgunluğuna hiçbir zaman erişememiştir.
Yıllar önce böyle bir “çıkış” yapılmış ve bu “deneme” başarısızlıkla tarihe gömülmüştür.
Hiçbir masada, hiçbir dünya platformunda, hiçbir zeminde “iki devlet” dosyası açılabilmiş ve içi doldurulmuş değildir.
Zaten “içeriği” konusunda; ne Bay Tatar’ın, ne de Bay Üstel’in bilgisi ya da öngörüsü mevcuttur.
Hele Ünal Bey’in “Garantörlük, eşittir iki devletli çözüm” şeklindeki sözleri, insana kocaman bir kahkaha attıracak kadar traji-komiktir.
Ankara’nın “şahinlerinin” bir projesidir “iki devlet...”
“Derin” bir toplum mühendisliği uygulamasıdır...
Milliyetçi damarları besleyen, hamaseti hep diri tutan bir “psikoaktif” gibidir.
Şimdi ise seçim ortamında, bu politikaya bir “meşruiyet” kazandırmak için her türlü “Şark kurnazlığı” denenmektedir.
Akıllarınca; “federasyon” ile “iki devlet” birbirine denk iki “tez”miş gibi bir “algı” yaratılmak isteniyor.
Ya federasyoncusun, ya da iki devletçi...
Sanki; dünya oturmuş, Kıbrıslı Türklere iki tercih sunuyor. Biz de bu iki karşılıklı tezden birini seçeceğiz.
Birinde Rum ile ortaklık var, ötekinde egemenlik...
Ayrı devletin, toprağın, bayrağın olsun...
Kulağa çok ama çok hoş geliyor...
Oysa Kıbrıs’ta “iki devlet” dünya var oldukça asla gerçekleşmeyecek.
BM’nin 186 nolu kararı yerinde duruyor...
1974’teki 353 sayılı karar yerinde duruyor...
1983’te KKTC’yi yasadışı ilan eden 541 sayılı karar yerinde duruyor.
Ya Maraş’la ilgili 550 sayılı karar?
Federasyonun parametrelerini belirleyen 1251 sayılı karar?
Güvenlik Konseyi kararlarını “ezip geçecek” bir gücümüz mü var bizim?
Hele “Kıbrıs Cumhuriyeti”nin stratejik ortağı olan ve Kıbrıs’ı tıpkı İsrail gibi kanatları altına alan ABD’yi “ikna” edecek kadar güçlü müyüz?
Güvenlik Konseyi’nin “veto” hakkı olan beş daimi üyesi var.
ABD, Rusya, Çin, İngiltere, Fransa...
Bunlardan bir teki bile “KKTC’yi tanımayı” aklının ucundan hiç geçirmedi, geçirmiyor.
Diyelim ki bir “mucize” oldu ve bir tanesini “ikna” ettik...
Orada ABD var oldukça, KKTC’nin varlığını teslim eden, bağımsızlığını tanıyan hiçbir “karar” bu kuruldan geçemez.
Bugün, Gazze’de “ateşkes” sağlanamıyorsa, bunun bir tek nedeni var. Tam 5 kezdir tekrarlanan ABD’nin vetosu...
Üstelik; bu Güvenlik Konseyi’nin iki üyesi; Çin ile Rusya “Filistin devleti”ni çoktan tanıdı.
İngiltere ve Fransa da “Filistin devleti”ni tanımayı konuşuyor.
Buna rağmen, Gazze’de soykırım devam ediyor, her gün yüzlerce çocuk ve kadın katlediliyor ya da açlıktan ölüyor.
Gazze’de yaşananlar aslında bir gerçeği yüzümüze vuruyor...
Eğer komşunla anlaşmazlık yaşıyorsan, aranızda özellikle mülk sorunu varsa, bunu aranızda çözmekten başka çare yoktur.
Hade diyelim ki BM “düşmanımız...”
Peki bizim kendi liderlerimizin imzaladığı anlaşmalar ne olacak?
Denktaş-Makarios, Denktaş-Kiprianu, Talat-Papadopulos, Eroğlu-Anastasiades, Akıncı-Anastasiades anlaşmaları ne olacak?
Hepsi çöpe gidecek de “Kıbrıs Cumhuriyeti” kuzu kuzu, kendi toprakları üzerinde yan tarafında bir “Türk devleti”ni kabul edecek...
Bunun “şakası” da olmaz, böyle bir durum “rüya” bile sayılmaz.
Peki; böyle bir “imkânsız” tablo mevcut iken “iki devlet” neden ortaya atıldı?
İşte işin asıl “püf” noktası burada...
“İki devlet” demek, imkânsızı talep etmek demektir.
Yani; görüşmeler olmasın, AB’den uzak duralım, Rum tarafı ile hiçbir ortak iş de yapmayalım, kapalı devre “devletçilik” oynayalım...
Turist mi dediniz? Onları da istemeyiz...
Türkiye’nin kumarcı zenginleri bize yeter...
Hem “egemenliği” savunalım, hem bu “devletçiği” Ankara’nın şahinlerinin kuyruğuna “maşrappa” yapalım...
Son beş yılda Bay Tatar’ın “misyonu” bu oldu... KKTC, Türkiye’nin arka bahçesi olarak tam bir “pislik” deposuna dönüştü.
En büyük ithalat kalemimiz “tetikçi” ithalatı oldu...
Burası tamamıyle Türkiye’nin “pretoktorası” altına girdi.
Yani; Rum Enosis’i gibi, Yahudiler’in “Kutsal topraklar” rüyası gibi, toplumun milliyetçi kesimlerini “afyonlayan” bir politika olarak, siyasetçinin ağzında sakız olmaktan öteye geçemeyen bir “politika”dır iki devlet...
Bir de “eşit uluslararası statü” talebi var bu politikanın içinde...
Yani; imkânsızın da imkânsızı...
Ankara bilmiyor mu ki; BM Genel Kurulu’nda Erdoğan’ın “çağrı”larıyla, Tatar’ın görüşmelerden kaçmak için koyduğu “önşartlarla” kimse “Haydi gelin KKTC’yi tanıyalım” demeyecek...
Elbette biliyorlar...
İşte bu yüzdendir ki “iki devlet” politikası, çözümsüzlük demektir.
Statükonun sür git devamı demektir...
Kıbrıs’ın kuzeyinde Sarayönü’nde kendi kendimize çalıp oynamak demektir...
Ne yazıktır ki bu politika Kıbrıslı Türkler’e büyük “zemin” kaybettirdi.
Kıbrıs’ta çözüm isteyen, bunu talep eden bir “varlık” yerine, ayrılıkçı bir topluluk statüsüne geriledik.
“Türkümsü devletler” bile bu konuda “Kıbrıs Cumhuriyeti”nin yanında yer aldılar.
Bu seçimlerde bu yüzden “iki devlet” diyenler; çözümsüzlüğü ve satükonun devamını, “Türk Enosisi”ni savunuyorlar demektir.
Bu oyuna gelmeyelim...