banner913
banner932
banner1012

Susturulan yazar, Sabahattin Ali

banner1020

Sabahattin Ali, doğum 25 Şubat 1907, ölüm 2 Nisan 1948, Türk yazar ve şair.

banner974
Susturulan yazar, Sabahattin Ali

banner971

Edebi kişiliğini toplumcu gerçekçi bir düzleme oturtarak yaşamındaki deneyimlerini okuyucusuna yansıttı ve kendisinden sonraki cumhuriyet dönemi Türk edebiyatını etkileyen bir figür hâline geldi. Daha çok öykü türünde eserler verse de romanlarıyla ön plana çıktı; romanlarında uzun tasvirlerle ele aldığı sevgi ve aşk temasını, zaman zaman siyasi tartışmalarına gönderme yapan anlatılarla zaman zaman da toplumsal aksaklıklara yönelttiği eleştirilerle destekledi. Kuyucaklı Yusuf (1937), İçimizdeki Şeytan (1940) ve Kürk Mantolu Madonna (1943) romanları Türkiye'deki edebiyat çevrelerinin takdirini toplayarak hem 20. yüzyılda hem de 21. yüzyılda etkisini sürdürdü.

Eğridere'de doğan Sabahattin Ali, ilk hikâye ve şiir denemelerine Balıkesir'de başladıktan sonra İstanbul'daki edebiyat öğretmeni Ali Canip Yöntem'in desteğiyle ilk kez Akbaba ve Çağlayan dergilerinde şiirlerini yayımlattı. Anadolu'da kısa süre öğretmenlik yaptıktan sonra Türk devleti tarafından dil eğitimi için Almanya'ya gönderildi. Türkiye'ye döndüğünde Almanca öğretmeni olarak göreve başlasa da önce komünizm propagandası yaptığı iddiasıyla bir süre tutuklandı, ardından ise Türk devlet yöneticilerini eleştirdiği iddiasıyla tekrar tutuklandı. Bu dönemde memurluktan ihraç edilince görevine geri dönebilmek için Atatürk hakkında bir şiir yazdı ve tekrar devlet kurumlarında görevlendirildi. Ayrıca kendisine yüklenen sosyalist algısını kırmak için de Esirler adlı bir oyun kaleme aldı.

Hayatının son yıllarında Türk milliyetçileriyle yaşadığı tartışmalarla da öne çıktı, özellikle Türkçü-Turancı yazar Nihal Atsız ile yaşadığı gerilim giderek artarak Irkçılık-Turancılık davasının bir parçası oldu. Bu dönemde Aziz Nesin'le beraber çıkardığı Markopaşa dergisinde siyasileri eleştirmesi yüzünden çeşitli davalarla uğraşmak zorunda kaldı. Hakkındaki davaların aleyhinde seyrettiği bir dönemde Türkiye'den ayrılmak istedi ve Bulgaristan sınırını geçmek isterken kendisine kaçma girişiminde rehberlik eden Ali Ertekin tarafından milliyetçi gerekçelerle öldürüldü.

Ailesi

Sabahattin Ali Karadeniz kökenli bir aileye mensuptur. Büyükbabası Bahriye Alay Emini Oflu Salih Efendi'dir. Sabahattin Ali'nin Mehpare Taşduman'a yazdığı 24 Ağustos 1928 tarihli mektupta "Babam İstanbul'un eski ve asil bir ailesinin çocuğu idi." cümlesi, büyükbabasının gençken veya çocukken İstanbul'a gelip yerleştiğini göstermektedir. Bazı kaynaklar ise Sabahattin Ali'nin büyükbabasının Yüzbaşı Mehmet Ali Bey olduğunu hatalı bir şekilde yazmaktadır. Nihal Atsızİçimizdeki Şeytanlar adlı eserinde yazarın kendisine babasının Oflu olduğunu söylediği belirtmiştir. Aliye Ali de Ramazan Korkmaz'ın kendisiyle yaptığı özel bir görüşmede eşinin Karadeniz kökenli olduğunu fakat büyükbabasının sonradan İstanbul'a yerleştiğini söylemiştir.

Yazarın babası Ali Selahattin Bey (1876-1926) Eğridere'de zabit olarak çalışırken kendisinden on altı yaş küçük olan Hüsniye Hanım'la tanışmış ve evlenmiştir.] Bu evlilikten Sabahattin (1907) ve Fikret (1911) adında iki çocuğu olmuştur. Ali Selahattin Bey I. Dünya Savaşı yıllarında "Divan-ı Harb Orfi Reisi" olarak Çanakkale'ye çağrılmış ve eşini ve çocuklarını alarak Çanakkale'ye giderek dört yıl gibi bir süre kalmıştır. Sabahattin Ali burada geçirdiği yıllardan zaman zaman mektup ve yazılarında bahsetmiştir. Babası savaştan sonraki dönemlerde kalp hastası olmuş, annesi histeri hastalığına yakalanmış, kardeşi Fikret ise kekeme olmuştur. Ali Selahattin Bey biriktirdiği para ile İzmir'e gelerek tiyatro veya gazino işleriyle uğraşmak istemiştir. Belirli bir süre yolunda giden işleri İzmir'in işgali ile sekteye uğramıştır. Daha sonra ise ailecek Edremit'e göç ederek Hüsniye Hanım'ın babasının yanına gitmişlerdir. Ali Selahattin Bey burada maddi sıkıntılar çekerken eşi ise ruhsal sorunlar yaşamıştır. Sabahattin Ali, annesinin bu durumu için "muhakkak bir bahane bularak kavga çıkarır ve adama yediğini içtiğini zehir eder." şeklinde cümleler kullanmıştır. 1920'li yıllara gelindiğinde ise aileye Suha (1920) adında bir kız çocuğu katılmıştır. Ali Selahattin Bey ise evin geçimini sağlamak adına veresiye aldığı eşyaları çarşıda satmaya başlamıştır. Sonraları ise Hüsniye Hanım çeşitli hastanelerde tedavi görmeye başlamıştır. Bu dönemlerde baba Ali Selahattin Bey Pelidköylü Mehmet Bey adındaki bir kişinin yardımcılığını yapmaya başlamış ve ekonomik anlamda rahatlamıştır. İstanbul'daki eşinin iyileşmeye başladığı haberi alan Ali Selahattin Bey eşini getirmesi için katibini göndermiştir. Fakat Hüsniye Hanım taburcu olmadan bir gün önce baba Ali Selahattin Bey hayatını kaybetmiştir.

Hayatı

Sabahattin Ali 25 Şubat 1907 tarihinde Edirne Vilayeti'nin Gümülcine Sancağı'na bağlı Eğridere ilçesinde (günümüzde Ardino) doğmuştur. Babası dönemin entelektüel kesiminden olan Tevfik Fikret ve Prens Sabahattin'le olan dostluğundan dolayı çocuklarına bu kişilerin isimlerini vermeyi düşünmüş ve ilk oğluna Sabahattin diğerine ise Fikret ismini vermiştir. Sabahattin Ali yedi yaşına geldiğinde İstanbul'da Üsküdar'ın Doğancılar mahallesinde Füyûzâtı Osmâniye Mektebi'ne başlamıştır. Aynı dönemde Ali Selahattin Bey'in Çanakkale'ye tayini çıkmıştır ve oraya taşınmışlardır. İlköğrenimine Çanakkale İptidai Mektebi'nde devam ederken seferberlik ilan edilmiş ve okul öğretmensiz kalınca da kapanmıştır. Daha sonraları Ali Selahattin Bey'in de çabalarıyla okul tekrardan açılmıştır.[

Sabahattin Ali'nin annesi on altı yaşında evlenmiştir ve ruhsal sorunlarından ötürü defalarca intihara kalkışmıştır. Yazarın Edremit'den çocukluk arkadaşı olan Ali Demirel, anne Hüsniye Hanım'ın çok sinirli bir insan olduğunu ve diğer oğlu olan Fikret'e daha fazla yakınlık gösterdiğini söylemiştir. Yazar ise kardeşi Fikret'i şımarık, asalak ve kaba bir külhanbeyi olarak nitelemiştir. Edremit'teki İptidai Mektebi'nde okurken de (1918-1921) dış çevreye kapalı bir görünüm vermiştir. Arkadaşı Ali Demirel o günlerde Sabahattin Ali'nin arkadaş ortamlarında oynanan oyunlara katılmadığını, kendi halinde takılmayı tercih ettiğini, ya eve gidip kitap okuduğunu ya da resim çizdiğini söylemiştir. Buna karşın Sabahattin Ali, Edremit İptadi Mektebi'nde sınıfının başarılı öğrencilerinden biri olmuş; Gümülcine'den babasının çok yakın dostu olan Mehmet Şah Bey'in özel ilgisi ile de okumaya daha fazla özenmiş ve bununla birlikte kesintilere rağmen başarılı bir öğrencilik yaşamı geçirmiştir.

Gençlik dönemi

Yazar 1921 yılında Edremit İptidai Mektebi'ni bitirdikten sonra İstanbul'daki büyük dayısının yanına gitmiş ve burada bir yıl kalmıştır. Ardından Balıkesir'e geri dönerek 1922-1923 ders yılının başında Balıkesir Muallim Mektebi'ne kaydolmuştur. Burada şiir ve hikaye deneyimlerini geliştirmeye başlamıştır ve okulun ikinci yılında gazete ve dergilere yazılar göndermiştir. Ayrıca arkadaşlarıyla birlikte bir okul gazetesi de çıkarmıştır. Bu okulda geçirdiği süre içerisinde günlük tutmaya başlamış, tiyatro ve sinemaya daha fazla gitmiş ve sanata olan ilgisi artmıştır. Kendisinin 23 Ocak-18 Mart (1924) tarihleri arasına ait günlükleri incelendiğinde yazarın yalnız ve karamsar bir ruh haline sahip olduğu anlaşılmaktadır. Sanata ve serbest bir yaşama daha fazla özenen Sabahattin Ali, okulun disiplinli ortamından sıkılır ve fırsat buldukça kaçarak sinema ve tiyatroya gitmeye başlamıştır. Bunun farkına varan okul müdürü ise kendisini ailesinin yanına göndermekle itham eder. Buna içerleyen Sabahattin Ali ise çareler arar ve intihar etmeye kalkışır. Kendisinin blöf olarak nitelendirdiği bu intihar girişimi arkadaşı ve öğretmenleri sayesinde engellenir.  Ardından okul müdürünün de desteğiyle İstanbul'a naklini aldırmıştır. İstanbul Muallim Mektebi'nde de hemen dikkatleri üzerine çekmiştir. Bu dönemlerde edebiyat öğretmeni olan Ali Canip Yöntem'in de destekleriyle Çağlayan ve Akbaba gibi dergilere şiir ve hikâyeler göndermiştir. Belirli bir süre düzenli bir hayat sürerken annesinin sağlık sorunları artmıştır. 21 Ağustos 1927 tarihinde ise öğretmenlik diplomasını almıştır.

Öğretmenliğinin ilk yılları

Sabahattin Ali öğretmenlik diplomasını aldıktan sonra Ankara'da bir hastanede baştabip yardımcısı olarak görevini sürdüren dayısı Rıfat Ali Ertüzün'ün yanına gitmiştir. Dayısının tayini Yozgat Devlet Hastanesi'nde başhekimlik görevi için çıkınca, yeğenini de yanına almak isteyen Ertüzün, dönemin mebuslarından Cevat Dursunoğlu Bey'le görüşür ve yeğeninin Yozgat Merkez Cumhuriyet İlkokulu'na öğretmen olarak atanmasını sağlamıştır. Sonrasında ailecek hep beraber Yozgat'a gitmişlerdir. Burada dayısının da etkisiyle yazarın çevresi gelişmiştir. Fakat burada kendi söylemiyle yazdığı şiirleri ve hikâyeleri okuyacak, kendisini anlayacak kişiler bulmakta zorlanmıştır. Buradaki durumunu İstanbul'daki yakın arkadaşı olan Nahit Hanım'a yazdığı 24 Kasım 1927 tarihli mektupta sitemli bir şekilde anlatmış ve yalnızlığından şikayet etmiştir. Nahit Hanım, Sabahattin Ali'nin sevdiği kişilerden biridir. Kendisiyle öğretmenlik stajında tanışmıştır. Önce dostluk havasında yürüyen arkadaşlıkları zamanla tek taraflı bir aşka dönüşmüştür. Yozgat'ta yazdığı şiirlerin ana temasında Nahit Hanım'a duyduğu sevgi vardır. Servet-i Fünun dergisinin 2 Şubat 1928 tarih 168. sayısında yayınlanan Bir Macera adlı şiirini Nahit Hanım'a ithaf edilmiştir. Karşılık görmeyen aşkını "Ne Kazandık" (1927), "Kalbimde Aşkınız" (1927), "Ebedi" (1928), "Yat ve Uyu" (1928), "Bütün İnsanlara" (1928), "Firar" (1928) ve "Kudurmak" (1928) adlı şiirlerinde işlemiştir.

Almanya'ya gidişi ve dönüşü

Yazari, Yozgat'ta geçirdiği sıkıntılı bir yıllık süreden sonra artık İstanbul'a dönmeyi istemiştir. Dayısı Rıfat Ali Ertüzün'de Ankara'da özel bir hastane açarak oradan ayrılmıştır. İstanbul'a tatile giderken Ankara Mili Eğitim Bakanlığından tanıdığı kişilere uğramış ve onlara şaka ile karışık bir şekilde Yozgat'tan ayrılmak istediğini ve geri dönmesi halinde alacaklılarının kendisini öldürme ihtimalinden bahsetmiştir. Yetkililer ise kendisinin genç bir öğretmen olmasına dikkat çekerek Avrupa'ya göndermeye teşvik etmişlerdir. Nitekim bunun sonucunda yeni kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti tarafından Kasım 1928'de Almanya'ya eğitim amacıyla gönderilmiştir.

Sabahattin Ali, on beş gün Berlin'de kaldıktan sonra Potsdam'a yerleşmiştir. İlk olarak dil öğrenmek için yaşlı bir kadının evine pansiyoner olarak girer. Daha sonra Almancasını güçlendirmek için özel bir kurum olan Deutsches Institut Auslander'ın kurslarına başlamıştır. Ayrıca I. Dünya Savaşı'nda Türkiye'de bulunmuş ve biraz Türkçe bilen eski bir subaydan dersler almıştır. Yazar burada Almanya'ya giden ekipten olan Melahat Togar'la da görüşmektedir. Melahat Togar "Arkadaşım Sabahattin Ali" yazısında yazarın Almancayı tam öğrenmeden Almanca üzerinden Rus yazarlarını okuduğunu belirtmiştir. Sabahattin Ali bu yönü sayesinde İvan TurgenyevMaksim GorkiEdgar Allan PoeGuy de MaupassantHeinrich von KleistETA Hofmann ve Thomas Mann gibi isimleri tanımış ve onların eserlerinden ilham almıştır.

Potsdam'da kaldığı süre içerisinde İstanbul'u ve karşılıksız kalan aşkını özlemiştir. 1 Ocak 1929 tarihinde Nahit Hanım'a yılbaşı hediyesi olarak yazdığı şiirleri göndermişse de cevap alamamıştır. Postdam'daki dil kurusunu bitirdikten sonra Berlin'de yatılı bir okula yerleştirilmiştir. Almanya'ya altı veya yedi yıl kalmak için gönderildiğini düşünmüş olsa bile aslında bu süre dört yıl olarak planlanmıştır. Ancak ikinci yılını tamamlayamadan Türkiye'ye geri dönmüştür. Geri dönüşü hakkında üç farklı iddia mevcuttur. Bu iddialar Sabahattin Ali'nin Nihal Atsız'a anlattığına göre; "Bu parazit Türkleri buradan atmalı!" diyen Alman öğrenciyi dövmüş olduğu veya Alman öğrencilere komünizm propagandası yaptığı şeklindedir. İkinci iddia yazarın Almanya dönüşü Nihal Atsız'la görüşmesi, Türk Ocakları'nı ziyaret etmesi ve Atsız Mecmua'da hikâye ve şiirler yayımlatmış olmasından dolayı zayıf bir ihtimal dahilindedir. Ayrıca yazarın bazı yorumlarında Almanları sevmediği ve domuz değerinde gördüğü ifade edilmektedir.

Öğretmenlik hayatı ve soruşturmalar

Sabahattin Ali'nin Almanya dönüşü 1930 yılının Mart ayı ortalarına denk gelmektedir. Döndükten sonra İstanbul Yüksel Muallim Mektebi'nde yatılı okumakta olan Nihal Atsız, Pertev Naili BoratavOrhan Şaik Gökyay, ve Nihad Sâmi Banarlı gibi arkadaşlarının yanında kalmıştır. Daha sonra bu okulun müdürünün de yardımıyla Bursa'nın Orhaneli ilçesine ilkokul öğretmeni olarak atanmıştır. Aynı yılın eylül ayında ise Gazi Terbiye Enstitüsü'nde açılan Almanca yeterlilik sınavına girmiş, ardından da Aydın Ortaokulu'na Almanca öğretmeni olarak atanmıştır. Burada komünizm propagandası yaptığı iddiasıyla hakkında soruşturma açılmıştır. 25 Mayıs 1931 tarihli Vakit gazetesi haberinde Sabahattin Ali'nin de dahil olduğu bazı kişilerin mahkeme için İstanbul'a sevk edildiği yazmaktadır. Aynı gazete iki gün sonra ise Sabahattin Ali'nin tutuksuz yargılanacağını yazmıştır. Fakat daha sonra soruşturmalar derinleştirilmiş ve kendisinin tutuklu yargılanmasına karar verilmiştir. 9 Eylül 1931 tarihine kadar Aydın Hapishanesi'nde tutuklu kalmıştır. Serbest kaldıktan yirmi bir gün sonra ise Konya Ortaokulu'na Almanca öğretmeni olarak atanmıştır.

Sabahattin Ali, Yozgat'da iken Nahit Hanım'a, Almanya'da iken Frolayn Puder'e, Aydın'da iken bir miralayın kızına ve Konya'da ise Melahat Muhtar adlı öğrencisi ile Muhsine adındaki bir şarkıcıya büyük sevgi beslemiş/aşık olmuştur. Bu kişilerden Melahat Muhtar adlı öğrencisine duyduğu ilgi ise karşılık bulmuştur. Melahat Muhtar'a atfen "Çocuklar Gibi" adlı şiiri yazmıştır. Bu şiirde eski aşklarını birkaç günlük düşkünlükler şeklinde yorumlamıştır. Bu sevgisinden Pertev Naili Boratav'a yazdığı mektuplarda bahsetmiştir. Fakat yazarın bu sevgisi ilerleyen dönemlerde tutuklanması ile yarım kalmıştır. Bir toplantıda okuduğu şiir ile Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü gibi Türk devlet yöneticilerini yerdiği iddiasıyla 22 Aralık 1932 tarihinde tekrar tutuklanmıştır. Tutuklanmasına sebebiyet veren şiiri "Hey anavatanından ayrılmayanlar" şeklinde başlamaktadır. Bu şiiriyle Atatürk'ü tahkir ettiği iddiasıyla Konya Asliye Ceza Mahkemesi tarafından bir yıllık cezaya çaptırılmıştır. Fakat daha sonra davaya temyizde iki ay daha eklenmiş ve ceza on dört aya çıkmıştır. Sabahattin Ali, Konya Cezaevi'nden Ayşe Sıtkı'ya yazdığı bir mektubunda bu olaylardan şöyle bahsetmiştir:

Benim mesele, senin zannettiğin gibi fiyakalı bir zamanımda ağzımdan kaçırdığım sözlerin neticesi değildir. Aramın açıldığı bir iki namuzsuz başıma bu işi getirdi. Geçen sene Mayıs'ında falanca yerde Gazi'yi ima ve telmihen tahkiri tazammün eden bir şiiri falan yerde okudu, dediler. Adli safahat lehimde olduğu halde, müdde-i umumi yaranmak için mahkumiyetimi talep etti, hakim de korktuğu için mahkum etti. Temyiz, cezayı aleyhimde nakseti, cezama iki ay daha ilave edildi. Şimdi 14 aya mahkumum ve aşağı yukarı üç ayını yatım. 11 ayım kaldı demektir.

22 Aralık 1932'de tutuklanmasından sonra 29 Nisan 1933 tarihinde 1249 sayılı kanun sonucunda memurluktan kaydı silinmiştir. Daha sonra Konya'dan Sinop Cezaevi'ne gönderilmiştir. Bir iddiaya göre hapishane müdürü, Sabahattin Ali'yi cinayetten tutuklu olan Mehmet Kuşüzümü adlı kişiye emanet etmiştir. Yazar ile aynı koğuşta yatan bu kişi, yazarın cezaevinde geceleri sürekli okuduğunu, gündüzleri ise bir sandık üzerinde yazı yazdığını söylemiştir. Yaşamındaki değişimleri eserlerine yansıtan yazar, bu cezaevinde edindiği tecrübe ve gözlemlerini de Bir Şaka, Kanal, Kazlar, Bir Firar, Katil Osman ve Çaydanlık adlı hikâyelerinde kullanmıştır. Buradaki koğuş arkadaşı Hüseyin Kuşüzümü, bir hatırasını anlatırken; "(...) sonradan okuduğum Katil Osman hikayesi aynen olmuştur. Yazdıkları doğru. Osman, biz içerideyken kahvede bir adam öldürüp gelmişti. Çelimsiz bir çocuktu, iddia üzerine adam vurmuş. cümlelerini kullanmıştır." Nitekim Sabahattin Ali, on ay yedi gün süren tutukluluğunun ardından Cumhuriyet'in 10. kuruluş yıl dönümü sebebiyle çıkan genel aftan yararlanarak serbest kalmıştır.

Yeniden atanması

Sabahattin Ali, tutukluluğu bittikten sonra İstanbul'daki yakınlarını ziyaret etmiş, ardından da yeniden göreve atanabilmek için Ankara'ya gitmiştir. Burada dönemin Orta Öğretim Genel Müdürü Reşat Şemseddin Sirer ve Müsteşar Vekili Rıdvan Nafiz Edgüer'e danışmıştır. Tutuklu kalma gerekçesi Atatürk'ü tahkir etmek olduğu için bu kişiler sorumluluk almaktan çekinmiştir. Ancak Reşat Şemseddin Sirer bu durumdan Hasan Ali Yücel'e bahsetmiştir. Yücel ise yazarın durumunu yakın arkadaşı olan maarif vekili Hikmet Bayur'a bildirmiştir. Yazar bir mektubunda Hikmet Bayur'la olan görüşmesinde "ikinci bir şiir yazmamı mı istiyorsunuz" şeklinde bir cümle kurduğunu yazmıştır. Hikmet Bayur ise Müdürler Encümeni tarafından verilecek karara uyacağını söylemiştir. Kurul toplantısında Sabahattin Ali'nin öğretmenlik dışında başka bir göreve atanması kararlaştırılmıştır. Fakat Maarif Vekili eski düşüncelerini değiştirmediği sürece yeniden atanmasını doğru bulmayarak kurul kararını reddetmiştir. Sabahattin Ali yeniden atanmak için uğraştığı süre içerisinde dayısı Rıfat Ali Ertüzün'ün evinde kalmış ve küçük tercümeler yapmıştır. 1934 yılında ise kendisinden Atatürk hakkında bir kaside yazılması istenmiştir. Kendisi de bu istek doğrultusunda Varlık dergisinin 15 Ocak 1934 tarihli 13. sayısında "Benim Aşkım" adında bir şiir yazmıştır. Fakat bu şiirinden sonra da göreve atanabilmek için bir süre daha bekletilmiştir. Ardından Maarif Vekili ile görüşen yazar, kendisine atfedilen edilen komünist sıfatının doğru olmadığını ispat edebilmek için yazılar yazdığını ve Esirler adlı oyununun halkevleri tarafından sahneye konacağını söylemiştir. Göreve atanabilmek için beklerken arkadaşı Ayşe Hanım'a yazdığı mektubun sonuna bir not bırakarak kendisine evlenme teklifi eder. Ayşe Hanım ise 22 Şubat 1934 tarihli mektubunda Sabahattin Ali'nin bu teklifini şaka olarak niteleyerek geri çevirir. Yazar sonrasında ise Atatürk'ten izin alınarak önce geçici olarak Ortatedrisat Şube Müdürlüğüne (Mayıs 1934), ardından da asli olarak Milli Talim ve Terbiye'ye atanmıştır.

Aliye Hanım'la evlenmesi

Sabahattin Ali'nin eski sevdiklerinden Nahit Hanım, Halil Vedat Fıratlı ile evlenmiş; arkadaşı Ayşe Hanım da evlilik teklifine red cevabı vermiştir. Aliye Hanım'la ise 1932 yazında İstanbul'da eczacı Salih Başotaç'ın evinde tanışmıştır. Kendisiyle yaptığı evlilikte Başotaç ailesinin etkisi büyük olmuştur. Aliye Hanım'ın ailesi Sabahattin Ali'nin poliste sicil kaydının bulunduğunu gerekçe göstererek evliliğe mesafeli yaklaşmıştır. Fakat sonradan Aliye Hanım'ın da isteği ile evliliğe izin vermişlerdir. Daha sonraları yazar, nişanlısından gelen fotoğrafa karşılık olarak bir mektup yazarak Değirmen ile Dağlar ve Rüzgar adlı kitaplarını göndermiştir. İkilinin nikahları ise 16 Mayıs 1935 tarihinde Kadıköy Evlendirme Dairesi'nde kıyılmıştır. Sabahattin Ali ve eşi nikahtan sonra Ankara'ya gitmişler ve buradaki düğünün ardından Ulus'ta bir apartman dairesine yerleşmişlerdir. Sabahattin Ali ilerleyen dönemlerde "mümeyyizlik" görevinden başka bir göreve atanmış, ayrıca da bir ortaokulda Almanca dersleri vermiştir. Bu dönemlerde maddi açıdan rahatlayan yazar, Varlık'ta "Kağnı", "Arap Hayri", "Pazarcı" adlı hikâyelerini yayınlamış, Knut HamsunLiam O'Flaherty ve Panteleymon Romanov'tan tercümeler yapmış; Ayda Bir adlı dergide ise "Kamyon", "Bir Şaka", "Apartman", "Arabalar Beş Kuruşa" ve "Düşman" adlı öykülerini yayınlamıştır.

Soyadı düzenlemesi

Sabahattin Ali'nin ailesi Soyadı Kanunu sonrasında "Şenyuva" soyadını almıştır. Fakat yazar babasının ön adı olan "Ali"yi kullanmak istemiştir. Ayrıca çeşitli gazete ve dergilerde yayımlanan şiir ve hikayelerinde "Sabahattin Ali" imzasını kullanmıştır. Yazar soyadını bu yönde değiştirebilmek için nüfus müdürlüğe gider fakat "Ali" ismini soyadı olarak kullanmasına izin verilmez. Kendisi de buna karşılık olarak "O halde 'Alı' olsun." şeklinde beyanat bildirmiştir.

Askerlik sonrası yaşamı

Yazar, askerliğinin bitiminde Ankara'daki Musiki Muallim Mektebi'ne Türkçe öğretmeni olarak atanmıştır.

Yazar otuz yaşına gelince İstanbul Eski Harbiye'de askerliğe başlamış ve iki ay er, altı ay da yedek subay öğrencisi olarak eğitim görmüştür. Eşi Aliye Ali'yi de askerlik süresince bulunduğu şehirlere götürmüştür. İstanbul'da askerlik yaptığı dönemde kızları Filiz Ali doğmuştur. Askerlik bitiminde ise Musiki Muallim Mektebi'ne Türkçe öğretmeni olarak atanmış ve Ankara'ya yerleşmiştir. Ankara'da geçirdiği dönemlerde Sabahattin EyüboğluAzra Erhat, Mediha (Berkes) Esenel ve Niyazi Ağırnaslı gibi isimlerle yakın ilişkiler kurmuştur. İlerleyen dönemlerde Devlet Konservatuvarı'na atanarak Karl Albert'in asistanlığını yapmıştır. Çevresindeki hareketliliğin azalması sonrasında edebi çalışmaları yoğunlaşmış ve İçimizdeki Şeytan adlı eserini (1939) yazmıştır. Bu roman yayımlandıktan sonra siyasi tartışma konusu haline gelmiştir. Nihal Atsız bu romana karşılık olarak Sabahattin Ali'nin hayatı hakkında çeşitli bilgiler de içeren İçimizdeki Şeytanlar adlı eserini yayınlamıştır. II. Dünya Savaşı öncesinde çıkarılan seferberlik sonrasında tekrar askere alınmış ve dört ay İstanbul'da askerlik yapmıştır. İkinci kez askere alındığı bu dönemde Kürk Mantolu Madonna'yı yazmış ve Hakikat Gazetesi'nde tefrika ettirmiştir (18 Aralık 1940-8 Şubat 1941). Ankara'daki çevresi genişleyen yazar, dönemin siyasileriyle de yakın ilişkiler kurmuştur. Aliye Ali, eşinin Şükrü Saracoğlu ile siyasi düşünceleri farklı olmasına rağmen iyi anlaştığını ve bazen de ailecek görüştüklerini belirtmiştir.

Yaşamına yönelik eleştiriler

Sabahatin Ali 1940 - 1943 yılları arasında Adelbert von ChamissoLudwig TieckHeinrich von Kleist ve Friedrich Hebbel gibi isimlerden çeviriler yapmıştır. Yine bu dönemlerde çeşitli dergilere yazılar gönderen yazar, ayrıca Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlı Türk Dil Kurumu ve Tercüme Odası gibi yerlerde görev yapmıştır. Ekonomik anlamda rahatlaması çevresi tarafından lüks bir yaşam sürmesi ve savunduğu fikirlere aykırı olması gibi düşünceler doğrultusunda eleştirilmiştir. Samet Ağaoğlu yazarın ölümünden sonra "Böylece hiçbir zaman gerçek bir komünist olamadı. (...) Hikayelerinin aksini realitede burjuva manzarası gösteriyordu." ifadelerini kullanmıştır. Arkadaşı Emin Türk de yazarı savunduğu düşüncelere aykırı olmakla itham ederek bencil ve gösteriş düşkünü olmakla suçlamıştır. Adalet Cimcoz'un eşi Mehmet Ali Cimcoz ise yazarın yaşam tarzına yönelik olarak "gösterişi seven, alkışı seven bir insan", "bugün anladığımız gibi bir komünist değildi" şeklinde ifadeler kullanmıştır.

Tartışmalı yılları

Yazar, sağ ve sol kesim tarafından birtakım eleştirilere maruz kalmıştır. Ülkenin sol kesimi kendisini lüks ve burjuva görünümlü yaşantısından dolayı daha radikal tavırlar almaya zorlarken, sağ kesim de sosyalist misyon yüklenmek istenen birisinin Dil Kurumu azalığı gibi görevlere getirilmesini doğru bulmamıştır. Sağ kesimin eleştirilerinin başlıca kaynaklarından birisi de Sabahattin Ali'nin Almanya'dan dönen öğrenci grubundaki kişilerden daha önce ve daha etkili görevlere getirilmesidir. Nihal Atsız, Orhun dergisinde Şükrü Saracoğlu'na atfen yazdığı yazıda (1 Nisan 1944) Sabahattin Ali'nin "herkesçe bilinen bir komünist olduğunu, Hasan Âli Yücel'in şahsi sempatisi yüzünden göreve getirildiğini ve daha önceden Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü ve Ali Çetinkaya gibi isimlere hakaret ettiğini" söyleyerek yazarı vatan haini olarak nitelemiş ve devlet tarafından korunmasını kınamıştır. Bu mektup üniversite öğrencileri ve halk arasında etki uyandırmış, Nihal Atsız ise görevden alınmıştır.

Sabahattin Ali mektup sonrasında Nihal Atsız'a hakaret davası açmış ve ilk duruşma 2 Nisan 1946'da yapılmıştır. Dava öncesinde adliye sarayı önünde toplanan ve çoğunluğu Siyasal Bilgiler ve Tıp Fakültesi öğrencisi olan kişiler yazarın aleyhinde gösteri yapmıştır. Davaya Sabahattin Ali avukatsız olarak katılırken, Nihal Atsız'ı ise Hamit Şevket İnce başkanlığındaki avukatlar savunmuştur. Dava görülürken içeride ve adliye önünde "İstiklâl Marşı" okunmuş, ortam gerilince de dava başka bir tarihe ertelenmiştir.

İlk duruşmadan sonra konservatuvarda İsmet İnönü ile görüşen yazar, İnönü'nün "Nasılsın?" sorusuna "Sağ olun, iyim paşam." şeklinde cevap verir ve İsmet İnönü'den "Daha iyi olacaksın." cevabını alır. İlerleyen dönemlerde Hamit Şevket İnce, Nihal Atsız'ın avukatlığından istifa eder. Yine bu dönemde Falih Rıfkı AtayUlus gazetesinde Sabahattin Ali lehinde seri yazılar yazmıştır. İkinci duruşmada Nihal Atsız'ı Ferruh Agan ve Rasih Yeğengil savunmuştur. Savcı Hadi Tan ise Nihal Atsız'ın Sabahattin Ali'ye vatan haini diyerek hakaret ettiğini söylemiş ve cezalandırılmasını talep etmiştir. Üçüncü duruşmada ise Nihal Atsız altı ay ceza almış fakat "mazisinin temiz olması" ve "milli tahrik" gibi gerekçelerle bu ceza dört ay indirilerek tecil edilmiştir.

Dava sonrasında konservatuvardaki görevine bir süre devam etmiş ardından da üçüncü kez askere çağrılmıştır. Çankırı'da bir buçuk ay görev yapan yazar, mesleğine geri dönmüş daha sonra ise bakanlık emrine alınarak konservatuvardan ayrılmıştır. 4 Aralık 1945 günü İstanbul'da çıkan komünizm karşıtı gösterilerde Sabahattin Ali'nin de faaliyet gösterdiği bazı kurumlara çeşitli saldırılar olmuştur.

1944 sonrasında MarkopaşaMalum Paşa veya Ali Baba gibi yerlerdeki yazılarında daha sert ve daha eleştirel bir dil kullanmıştır. Zekeriya Sertel'e 1946 yılında söylediğine göre siyaset ve politikayla daha fazla ilgilenmek istemiştir. Yine aynı yıl ailesini Ankara'da bırakarak İstanbul'a gelmiş ve Aziz Nesin'le beraber Markopaşa dergisini çıkarmıştır. Markopaşa ilk üç sayısında tırajını artırarak yayın hayatına devam etmiştir. Daha sonra da mizahi yönünden çok siyasi yönüyle tartışmalara neden olmuştur. İlerleyen dönemlerde dergide çıkan ve çoğu imzasız olan yazılardan ötürü davalar açılır. Bu davalar derginin sorumluluğunu üstlenen Sabahattin Ali'ye karşı açılmıştır. Davaya konu olan yazılardan biri dışındaki yazılar Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz'a aittir fakat derginin sorumlusu Sabahattin Ali olduğu için yazar hapis cezasına çarptırılmıştır. İstanbul ve Paşakapısı Cezaevi'nde bir süre yatan yazar, 10 Eylül 1947 tarihinde tahliye olmuştur. Yine bu dönemlerde Markopaşa kapatılmış bunu takiben de Merhum Paşa ve Malum Paşa gazeteleri çıkartılmıştır.

İlerleyen dönemlerde yazar hakkında tekrar tutuklama kararı çıkartılmıştır fakat tutuklama işlemi gerçekleşmemiştir. Bu dönemlerde Ali Baba dergisini çıkarmış ve "Sırça Köşk" adlı öyküsünü yayınlamıştır. Bu öykü Bakanlar Kurulu kararıyla toplatılmış, kendisi de Sultanahmet Cezaevi'ne gönderilmiştir. 31 Aralık 1947 tarihinde serbest kalan yazar, ekonomik sıkıntılar çekmiştir ve Ali Baba dergisi kapanmıştır. Daha sonra nakliyecilik yapmak ister ve Adalet Cimcoz'un da yardımlarıyla bir kamyon alırlar. Kamyonun parasını Adalet Cimcoz'un avukat eşi M. Ali Cimcoz'un eski müvekkili olan yaşlı ve zengin bir kadın ödemiştir. Yazarın M. Ali Cimcoz'a anlattıklarına göre bu mesleğe başlamasında şehirlerin sıkıcı etkisinden kurtulmak, yeni insanlar tanımak ve edebi eserleri için malzeme toplamak gibi amaçlar gütmüştür. Eşi Aliye Ali bu dönemler için "1947'de Markopaşa'nın çıkmasıyla hayatımız bozuldu. Yurt dışına gitmek istiyordu: İngiltere veya Fransa'ya falan" ifadelerini kullanmıştır. Niyazi Berkes'in aktardığı bilgilerde Sabahattin Ali'nin Fransa'ya gitmek istediğini fakat kendisine pasaport verilmediği yönündedir. Nitekim Sabahattin Ali 1948 yılı mart ayı sonlarında arabasının tamirini yaptırır ve "Edirne'ye peynir götüreceğim" diyerek M. Ali Cimcoz'la sabah beş civarı vedalaşarak ayrılır.

Ölümü

Sabahattin Ali'nin Edirne'ye gitmekteki amacı peynir taşımak değil, Bulgaristan sınırını aşarak Avrupa'ya ulaşmaktır. Kendisine yasal yollardan pasaport verilmediği için kaçak yollarla bu amacına ulaşmak için çalışmıştır. Bulgaristan sınırını denemeden önce de Suriye sınırından kaçmak istemiş fakat başarılı olamamıştır. Avrupa'ya kaçmak istediği dönemler ise hakkındaki davaların aleyhinde seyrettiği zamanlardır. Evinde kaldığı Mehmet Ali Cimcoz'la vedalaşırken asıl amacını söylememiştir. Çünkü Cimzoz'un MAH ajanı olduğundan şüphelenmektedir. Avrupa'ya kaçış için kendisine yardım edecek kişi Üsküdar Paşakapısı Cezaevi'nden Berber Hasan'dır. Berber Hasan, Sabahattin Ali'yi Ali Ertekin'le tanıştıran isimdir. Sabahattin Ali'ye rehberlik edecek Ali Ertekin eski bir subaydır ve silah çalmak suçundan ordudan ihraç edilmiştir.

Sabahattin Ali ve Ali Ertekin tanıştıktan bir süre sonra Kırklareli'ne doğru kamyonla yol alırlar. Kamyonda ilk başta üç kişi olsalar da daha sonradan şoför Salim'i bırakıp beraber yol almışlardır. Ali Ertekin'in Kırklareli Cumhuriyet Savcılığına verdiği ifadeye göre: Sabahattin Ali'nin kendisine sınırı geçtikten sonra Bulgaristan ve Rusya'da çalışmalar yaparak Türkiye'de komünist bir ihtilal çıkaracağını söylediğini ve konuşmalarından onun kötü bir insan olduğunu düşündüğünü söylemiştir. Nokta dergisindeki bir röportajında ise yol boyunca Sabahattin Ali'yle tartıştıklarını söylemiştir. İlerleyen vakitlerde ise Sabahattin Ali'yi kitap okuduğu sırada elindeki bir sopayla kafasına defalarca vurarak öldürmüştür. Öldürmesine gerekçe olarak da milli hislerini tahrik ettiğini öne sürmüştür. Ayrıca Ali Ertekin'in Millî İstihbarat Teşkilatı mensubu olduğu da iddia edilmektedir.

Bedenini bir çoban bulmuş ve 16 Haziran 1948 günü jandarmaya giderek durumu bildirmiştir. Yapılan incelemeler sonucunda ölünün kimliği teşhis edilememiştir. Bu dönemlerde İstanbul polisi Bulgaristan'a adam kaçıran bir şebekeyi yakalamıştır. Sabahattin Ali'yi öldüren Ali Ertekin de bu şebekenin mensubudur ve yakalanınca Sabahattin Ali'yi öldürdüğünü itiraf etmiştir. Ali Ertekin idam cezasıyla yargılanmasına rağmen dört yılla hüküm giymiş, kısa bir süre sonra da serbest kalmıştır. Sabahattin Ali'nin cesedi üzerinden çıkan giysilerle Ali Ertekin'in verdiği bilgiler doğrultusunda ele geçirilen eşyaları yakın çevresi tarafından teşhis ettirilmiştir. Bu dönemlerde ölümü üzerine farklı spekülasyonlar yapılmış ve yazılı medyada yaşayıp yaşamadığına dair farklı iddialar yer almıştır. Ayrıca ölüm şekli ve ölüm yerine yönelik olarak da farklı iddialar mevcuttur. Rasuh Nuri İleri, Sabahattin Ali'nin sınırı geçtiğini sandığını bir yerde yakalanıp ardından da Kırklareli'nde yargılandığı sırada işkenceden öldüğünü öne sürmektedir. Yalçın Küçük ise Rasuh Nuri İleri ve Kemal Bayram Çukurkavaklı'nın "işkencede öldü" iddiasını "kahrolası bir köylü ideolojisi" ile öne sürüldüğünü belirterek: Sabahattin Ali'nin kaçakçı şebekesine karşı emniyetle işbirliği yaptığını ve sınırda çıkan bir çatışmada öldüğünü iddia etmektedir. Yalçın Küçük'ün diğer bir iddiası ise Sabahattin Ali'yi Ali Ertekin'in öldürmediği ve suçun onun üzerine kaldığı yönündedir. Sabahattin Ali'nin ölümünün siyasi nedenlerden olduğunu savunanlar da vardır. Arkadaşı Aziz Nesin ise Sabahattin Ali'yi MİT'in öldürmediğini belirterek "kişisel kusurları yüzünden" ölüme gittiğini söylemiştir.

Siyasi görüşleri

Sabahattin Ali fikir hayatına Türkçülük düşüncesiyle başlamış ve Ziya Gökalp'i "Milliyet aşkını gönüllere serpen nebi" diye nitelemiştir. Nihal Atsız, Sabahattin Ali'nin Türk Ocakları'na gittiğini ve oradaki ortama uygun şiirler yazdığını söylemiştir. Kendisinin Komünizmle tanışmasının Almanya'da olduğunu ve propaganda yaptığı iddiasıyla Türkiye'ye geri gönderildiğini iddia edenler vardır. Fakat kendisinin Nihal Atsız'a anlattığına göre Türklüğe hakaret eden bir Almanı dövdüğü için geri gönderilmiştir. Sabahattin Ali, Almanya dönüşünde hem Resimli Ay dergisinde hem de Atsız Mecmua'da şiir ve yazılar yazmıştır. Ayrıca romantik karakterli hikâyeler yerine toplumsal içerikli hikâyelere yönelmiştir. Kendisinin toplumcu gerçekçi yönüyle yazdığı hikâyeler Resimli Ay'da takdir ve kabul görmüş; Nâzım Hikmet'in "Türk edebiyatında hikayeci olarak yalnız sen varsın!" tepkisiyle karşılık bulmuştur.

Türk devlet büyüklerine hakaret ettiği iddiasıyla tutuklanmasının ardından tek parti yönetimine karşı daha sert ve eleştirel bir üslup kullanmıştır. Hasan İzzettin Dinamo, Sabahattin Ali'nin tutukluluğu hakkında "Konya'daki bu şiir ihbarı olmasaydı onun solculuğu tatlı bir gevezelik olarak kalacaktı." ifadelerini kullanmıştır. Nâzım Hikmet ise 1952 yılında Novoye Vremya gazetesinde yayınlanan bir yazısında, Sabahattin Ali'nin Sovyetler Birliği'ne derin bir sevgi beslediğini iddia etmiştir.

Sabahattin Ali, Markopaşa gibi yerlerde yazdığı yazılarında: Yabancı sermayelerin Türkiye'de ikinci kapitülasyonlar dönemini başlatacağını ve ülke bağımsızlığını etkileyeceğini; niteliksiz yöneticiler ve yarı aydınların kendi çıkarları için ülkeyi Amerikan ve İngiliz emperyalizmine peşkeş çekeceğini ve bunun tehlikeli sonuçlar doğuracağını söyleyerek millet idaresine dayalı nitelikli politikalar üretilmesi gerektiğinden bahsetmiştir. Bu konudaki bir görüşü şu şekildedir:

Biz istiyoruz ki, bu memlekette yapılan her iş, üç beş kişinin çıkarına değil, bu toprakları dolduran milyonların yararına olsun. (...) Biz istiyoruz ki, bu topraklar ve onun üzerinde yaşayan insanlar, hiçbir yabancı devletin oyuncağı olmasın. (...) Dünya işlerinde politikamız, şunun bunun kölesi gibi peşinden gidilerek değil, bu milletin selametini en iyi sağlatacak yolları müstakil olarak seçmek şeklinde kendini göstersin.

Genel olarak tek parti yönetimine karşı sert ve eleştirel bir tutum sergileyen Sabahattin Ali, partinin çalışmalarını da "baskıcı" şeklinde nitelemiştir. Ayrıca Bakanlar kurulu tarafından toplatılan Sırça Köşk adlı eseri bu tutumundan izler taşımaktadır. Kendisinin ırkçılık ve Turancılık gibi fikirler ile yozlaşmış dini kalıplara yönelik yazıları da vardır. Sabahattin Ali'nin Marksist yönü de edebi eserlerine yansımıştır fakat bu fikirleri bir yaşam tarzı olarak görmemiştir. Kendisi bu yönü hakkında çeşitli eleştirilere de maruz kalmıştır. Girmek istediği bir işçi partisi ise kendisini güvenilir kabul etmeyerek parti üyeliğine almamıştır. Arkadaşı Emir Türker de Sabahattin Ali'yi öyküleri dışında Marksist bir yönünün olmamasını gerekçe göstererek eleştirmiştir. Ayrıca Samet Ağaoğlu ve M. Ali Cimcoz'da kendisini bu yönde eleştiren diğer isimlerdir.

Sanat ve edebi görüşleri

Sabahattin Ali ilk yıllarında sanatı "İçinde yaşanan cemiyet şartlarının şuurlu veya şuursuz bir ifadesi" olarak yorumlamıştır. Daha sonra da sanatın yalın bir yansıtma işi olmasına karşı çıkarak "sanatın bir maksadı olmalı" değerlendirmesinde bulunur. Muzaffer Reşit'le yaptığı bir konuşmada ise sanatın insanı yükseltmek ve daha iyiye götürmek dışında bir maksadının olmadığını vurgulamıştır. Kendisi dönemin sanatkârlarını değerlendirirken onları "eski gazelhanlar" veya "sahib-i mezak" şeklinde değerlendirmiş, halktan yana olmayan eserler verdiklerini, yüksek zümreye hitap ettiklerini ve zamanla unutulup gideceklerinden bahsetmiştir. Yeni edebiyatçıların da kalıcı olabilmeleri için realist olmaları gerektiğini söylemiştir. 1938 yılında kendisiyle yapılan bir söyleyişi de ise şiir hakkında "Bence şiirin eskisi yenisi yoktur. İyi şiir, muhakkak ki insana bir şey ilave eder, bu şey bazen tez olur, bazen bizim manen daha genişlememizi temin eden bir heyecan olur." ifadelerini kullanmıştır.

Sabahattin Ali, öykü ve roman gibi türlerde kalıcı olabilmek için seçilen karakterlerin canlı olmasını ve konuların güncelliğini yitirmeyecek türden olması gerektiğini savunmuştur. Edebi eserler üzerine yapılan eski-yeni tartışmasını ise lüzumsuz olarak değerlendirmiş, eserlerin iyi-kötü ölçeğinde değerlendirilmesi önerisinde bulunmuştur. Bu önerisine örnek olarak da yeni ve kalitesiz yazarlar yerine eski ve kaliteli yazarların okunacağını, hatta kendisinin Fuzûlî ve Şeyh Galip gibi isimleri okuduğunu söylemiştir. Yaşar Nabi Nayır'a gönderdiği bir mektubunda ise Orhan Veli Kanık'ın öncülüğünü yaptığı Garip hareketini halktan uzak, lüzumsuz ve anlaşılmaz olarak değerlendirmiştir. Dilde sadeliğe de büyük önem verem Sabahattin Ali, bu düşüncesini eserlerine de yansıtmıştır. Dergide yazdığı bazı öykülerinin kitap olarak toplatılmasından sonraki hali daha sade bir görünüme sahiptir. Ayşe Sıtkı'ya yazdığı bir mektubunda da bazı hikâyelerini sadeleştirme gereği duyduğunu yazmıştır. Dilde sadeleşmeyi destekleyen Sabahattin Ali, Öz Türkçede aşırıya gidilmesine de karşı çıkarak dile yerleşen, oturan ve kalıplaşan kelimelerin kullanılmasını gerektiğini Melahat Togar'a yazdığı bir mektubunda belirtmiştir.

Romanları

Sabahattin Ali'nin üç romanı önce tefrika edilmiş ardından da kitap olarak yayımlanmıştır. İlk romanı olan Kuyucaklı Yusuf'un gazetelerdeki tefrikası zaman zaman kesintiye uğramıştır. Roman, Tan gazetesinde tamamı tefrika edildikten sonra kitap olarak ilk kez 1937 yılında basılmıştır. İçimizdeki Şeytan adlı romanı Ulus gazetesinde seksen yedi bölüm şeklinde tefrika edilmiş, 1940 yılında ise kitap olarak basılmıştır. Hakikat gazetesinde tefrika edilen Kürk Mantolu Madonna romanı ise Büyük Hikâye başlığı altında toplamda elli gün olmak üzere kırk sekiz sayı şeklinde tefrika edilmiştir. Romanının yazılış zamanı Sabahattin Ali'nin ikinci kez askere alındığı döneme denk gelmektedir. Sabahattin Ali bu romanına, İstanbul'da bulunan Büyükdere asker çadırında başlamıştır ve romanını günü gününe yazıp gazeteye göndermiştir. Yedi Meşaleci Cevdet Kudret Solok, Sabahattin Ali'nin bu romanı için Lüzumsuz Adam başlığını düşünüp sonra da vazgeçtiğini dile getirmiştir. Pertev Naili Boratav ise Sabahattin Ali'nin Kürk Mantolu Madonna'yı ilk önce bir öykü olarak yazdığını dile getirip başlığını da Yirmi Sekiz şeklinde koyduğunu ve öykünün ilk sayfasını da kendisine gösterdiğini dile getirmiştir. Sabahattin Ali'nin Kürk Mantolu Madonna romanı, 2016 yılında Maureen Freely ve Alexander Dawe tarafından Madonna in a Fur Coat başlığı altında İngilizceye çevrildi.

Sabahattin Ali'ye ait romanlarda ilk olarak bireysel temalar ön plana çıkmıştır. İşlediği bireysel konular sevgi ve aşk kavramlarıdır. Bu kavramlardan sonra ikinci olarak evlilik teması üzerinde yoğunlaşmıştır. Eserlerinde diğer öne çıkan konular ise sosyal sorunlar, iletişimsizlik ve yalnızlıktır. Sosyal ve toplumsal konuları işlerken köylü, işçi, mesai arkadaşı, esnaf ve memur gibi sıfatlara sahip olan karakterleri seçmiştir. Aydın kesim insanlarına değindiği romanlarında ise eleştirel ve realist bir tavır sergilemiştir. İçimizdeki Şeytan adlı romanı aydın kesime ait eleştirel ifadelerinden izler taşımaktadır.

Yazara ait Kuyucaklı Yusuf romanında aşk teması ön plana çıkmaktadır. Evlilik ile Anadolu'nun sosyal ve ekonomik yapısı dikkat çeken diğer temalardır. İçimizdeki Şeytan ve Kürk Mantolu Madonna romanlarında da öne çıkan tema aşk ve evlilik olmuştur. Bu evlilikler genelde sağlık bir şeklide yürümeyen bir görünüme sahiptir. Yazara ait üç romanın sonu birbirlerine oldukça benzemektedir: Kürk Mantolu Madonna'da Maria Puder ve Kuyucaklı Yusuf'da Muazzez karakteri romanın sonunda ölen kişiler olurken, İçimizdeki Şeytan''da ise Macide son olarak Bedri'ye yönelmektedir. Romanlarındaki yozlaşma konusu ise daha çok kırsal kesimde ele alınmıştır. Kuyucaklı Yusuf'taki Şahinde, Hacı Etem, Şakir ve Hilmi Bey; bir tür toplumsal yozlaşmanın örneğidir. Aydın kesimdeki yozlaşmalara ise İçimizdeki Şeytan romanında değinmiştir. Romanda Ömer'in yakın çevresi belirli bir eğitim görmüş ve çeşitli sıfatlara sahip kişilerdir fakat davranışları sahip oldukları eğitim ve sıfatları gölgelemiştir.

Sabahattin Ali, romanlarındaki kişileri konunun geçtiği mekanlara göre seçmiştir. Kuyucaklı Yusuf'ta köylüler, kasabalılar, memurlar; İçimizdeki Şeytan'da yazaröğretmen ve profesör gibi sıfatlara sahip kişiler; Kürk Mantolu Madonna'da ise Raif Bey'in çalıştığı yerdeki arkadaşları, Almanya'da tanıştığı kişiler ve aşık olduğu Maria Puder onun roman kadrosunu oluşturur. Kuyucaklı Yusuf romanı en geniş karakter kadrosuna sahip romanıdır. Üç romanında, Yusuf, Ömer ve Raif Efendi ana erkek kahramanlardır. Sabahattin Ali romanlarında erkek karakterler daha ön plandadırlar fakat bu kişiler güçlü ve etkin bir görünüme sahip değillerdir. Romanlarındaki ana erkek kahramanların ortak özellikleri bulundukları çevreye uyum sağlayamamış kişiler olmalarıdır. Kısa sürede ciddi değişimler yaşayan bu karakterler olayları yönlendirmede güçlük çekmektedirler. Buna örnek olarak; çözümü yakın çevresindekileri öldürmekte bulan Yusuf veya soğuk havalarda saatlerce sokaklarda gezen Raif Bey karakteri verilebilir.

Roman konularındaki zaman dilimi farklılıklar göstermektedir. Kuyucaklı Yusuf romanı "1903 yılı sonbaharında eşkıyalar Kuyucak köyünü basmıştır." cümlesiyle başlamakta ve 1903-1915 yılları arasında yaşanan olaylar anlatılmaktadır. Ayrıca Yunan işgaline karşı seferberlik ilan edilmesi bu romandaki zaman kavramlarına örnek verilebilir. Romanda olaylar ileriye doğru anlatılır ve özet yöntemiyle de zamanlar arasında geçiş yapılır. Sabahattin Ali'nin bu romanındaki bazı cümleler kesin tarihler belirtirken bazı cümleleri ise herhangi bir tarih belirtmez fakat kıyaslama yapılan iki zaman arasındaki süre verilir. Romanda geçen "Yusuf Kuyucak'tan çıkalı altı sene olmuştu" cümlesi, yazarın tarih vermeden zamanlar arasındaki farkı belirtmesine örnek olarak gösterilebilir. Romanın son kısımlarında Yusuf'un evdeki herkesi öldürmesi olayı yaklaşık iki dakika içerisinde gerçekleşir. İçimizdeki Şeytan romanındaki gelişmeler ise yaklaşık üç ile beş ay arasında gerçekleşir. Macide'nin bir mektubunda kullandığı "üç ayı geçen beraber hayatımız" ifadesi, romandaki zaman aralığı hakkında bilgi verir. Kürk Mantolu Madonna romanı ise ileriye doğru yazılmamış olup, geriye doğru giden bir anlatıma sahiptir. Bu romandaki zaman aralığı da tıpkı Kuyucaklı Yusuf'ta olduğu gibi on iki ile on beş yıl arasındadır.

Romanlarındaki olayların geçtiği mekânlar birbirlerine göre farklılık göstermektedir. Kuyucaklı Yusuf romanındaki mekan bir kasabayken, İçimizdeki Şeytan romanında ise İstanbul gibi büyük bir kenttir. Bu romanda deniz kenarı ve cadde kaldırımları da seçilen mekanlardandır. Roman karakterlerinden Macide'nin Balıkesirli olmasından dolayı bu şehirden de kısaca söz edilmektedir. Balıkesir'de geçen olaylar genellikle Macide'nin gittiği okullarda geçer. Kürk Mantolu Madonna romanında ise mekan olarak Almanya'nın Berlin kenti seçilmiştir. Romanın sonlarına doğru ise olaylar Ankarada geçmektedir. Ankara'da tren istasyonunda geçen kısımlar Maria Puder'in akıbeti hakkında bilgiler verir. İlk romanı olan Kuyucaklı Yusuf'ta ise olaylar Kuyucak köyünde başlayıp Edremit'te devam eder. Bu romanındaki diğer mekanlar ise Burhaniye ilçesi ve Yusuf'un tahsildarlık yaptığı köylerdir. Romandaki Yusuf karakteri zaruri olarak ayrıldığı Kuyucak köyüne büyük bir özlem duymaktadır fakat romanın ilerleyen bölümlerinde Yusuf'un bu özleminden daha az söz edilmektedir. Kuyucaklı Yusuf romanı bir köy kasabasında geçtiği için bu romandaki doğa kavramı yazar tarafından mekan olarak da seçilmiştir. Yusuf doğaya ve toprağa bağlı, bağa ve bahçeye de fazlasıyla meraklı bir köy insanıdır. Romanda bağ ve bahçeler karakterlerin toplu olarak bulunduğu yerlerdir.

Öyküleri

Sabahattin Ali'nin 1935'te çıkardığı ilk öykü kitabı Değirmen'de on altı, 1936'daki Kağnı'da on üç, 1937'deki Ses'de beş, 1943'deki Yeni Dünya'da on üç ve 1947'deki Sırça Köşk'te on üç öykü olmak üzere toplamda altmış öyküye sahiptir. Ardından da son kitaplarında dört öykü daha yayınlayarak bu sayıyı altmış dörde çıkarmıştır. Romanlarında olduğu gibi öykülerinde de dönemin siyasi ve sosyal özelliklerini görmek mümkündür. Öykülerindeki temel kavramlar sevgi, aşk ve kırsal kesim sorunlarıdır. "Değirmen", "Viyolonsel", "Kırlangıçlar", "Kurtarılamayan Şaheser", "Bir Cinayetin Sebebi", "Komik-i Şehir", "Sarhoş", "Arap Hayri", "Gramofon Avrat", "Köstence Güzellik Kraliçesi", "Yeni Dünya", "Hanende Melek", "Hasanboğuldu", ve "Sırça Köşk" adlı öykülerinin genel konuları sevgi ve aşk olmuştur. "Ayran", "Asfalt Yol", "Bir Orman Hikayesi", "Candarma Bekir", "Değirmen", "Bir Firar", "İki Kadın", "Kafa Kağıdı", "Kanal", "Kamyon", "Kazlar", "Ses", "Sıcak Su" ve "Sulfata" adlı öykülerinde ise kırsal yaşam ve kırsal yaşamın sorunlarına değinmiştir. Kırsal kesimi işlediği öykülerinde çeşitli toprak ve miras kavgaları gibi nedenlerden dolayı işlenen cinayetlere de yer vermiştir.

Sabahattin Ali öykülerinde öne çıkan konulardan birisi de hapishaneler olmuştur. Çeşitli dönemlerde, farklı sebeplerden dolayı hapishaneye giren Sabahattin Ali; bu yaşantısını öykülerine de yansıtmıştır. "Bir Şaka", "Candarma Bekir", "Duvar", "Kazlar" ve "Katil Osman" adlı öykülerinde hapishane yaşamı ve mahkumlar konusu üzerine durmuştur. Türk edebiyatında toplumcu gerçekçi kişilerin başında gelen Sabahattin Ali, öykülerindeki karakterleri tasvir yoluyla anlatarak iyi veya kötü yanlarını ortaya koyar. Öykülerindeki tasvirler romanlarında olduğu gibi uzun ve ayrıntılı değildir.

Öykülerindeki karakterler ilk zamanlar hayvanlar olurken daha sonra çeşitli insan tiplerini karakter olarak seçmiştir. "Kırlangıçlar" ve "Bahtiyar Köpek" adlı öykülerinde karakter olarak hayvanlar daha ağır basmaktadır. "Kırlangıçlar" adlı öyküsünde hiçbir insan karakteri bulunmaz, Sabahattin Ali bu eserinde birbirine aşık olan iki kırlangıcın hikâyesini anlatmıştır. "Bahtiyar Köpek" adlı eserinde insanlar bulunsa bile asıl önemli rolü köpek karakterine vermiştir. İnsanları ve insan ilişkilerini ön plana çıkardığı öykülerinde ağırlıklı olan karakterler erkektirler. Eserlerindeki erkek karakterleri daha hırslı ve daha yoğun düşünen tipler olup genellikle işsiz durumdadırlar. Öykü karakterlerde en fazla ortaya çıkan meslek grubu memurlardır. Köyde geçen öykülerinde daha çok ağa, imam, muhtar ve köylü insanı gibi karakterler öne çıkar. Kırsal kesimi anlattığı öykülerinde, halkın tarlasını ve mahsullerini yöneten köyün ağaları olmuştur. Ağalar gerekirse cinayet işletir ve suçu başka birisinin üzerine yıkar. Hapishane öykülerinde ise: cezaevi müdürü, jandarma ve gardiyan gibi karakterler ön plandadır.

Öykülerinde kadın karakter sayısı ise azdır ve genellikle kadınlar ikinci plandadır. Öykülerindeki kadınlar, tarlada ve bahçede çalışan; çamaşırla ve ev hizmetiyle uğraşan tiplerdir. Köy öykülerindeki kadınlar evlerine ve eşlerine bağlıdır. Sabahattin Ali "Kazlar" öyküsünde hapiste olan eşini rahat ettirebilmek için komşusunun kazını çalan kadının hapse düşmesi olayını anlatır. Öykülerinde güçlü ve çekici görünen kadın sayısı az da olsa vardır. Bu kadınlar genellikle toplumca yadırganan yönleriyle ele alınmaktadır. İstanbul'da geçen öykülerinde ise güzel ve varlıklı kadınlara rastlanır. Öykülerindeki çocuklar ise genellikle bir fon değerindedir.

Öykülerindeki memur karakterleri genellikle yoksul, geçim sıkıntısı yaşayan, silik ve etrafınca fazla önemsenmeyen insanlardır. Her kademedeki memurlar adil değillerdir ve genellikle eli güçlü olanın yanında dururlar. Bir dönem Almanca öğretmenliği de yapan Sabahattin Ali, öykülerinde öğretmenlere de yer verir. Öğretmenlerin iyi yanlarını daha çok göstermekle beraber olumsuz yanlarına da değinmiştir. Doktor karakterleri ise genellikle çıkarcı ve duyarsız bir görünüm verirler. "Böbrek" adlı öyküsünde doktorların nasıl anlattığını görmek mümkündür.

Öykülerindeki mekanlar ağırlıklı olarak Anadolu ve İstanbul'dur. Yurt dışında geçen öykülerine örnek olarak "Köstence Güzellik Kraliçesi" adlı yapıtı verilebilir. Bu yapıt Romanya'da başlar ve Berlin'de devam eder. "Bir Gemici Hikayesi" adlı yapıtında ise makan olarak Kızıldeniz (Şap Denizi) ve Akdeniz kıyısında bulunan Port Said kentinin adı geçmektedir. "Viyolonsel" adlı öyküsü, bir gemi kazası sonucunda gelişir ve Afrika'nın sığ bir ormanında geçer. Sabahattin Ali'nin Anadolu anlayışı genellikle Orta Anadolu ve Ege Bölgesi ile sınırlıdır. Bu sınırlamayı "Kuyucaklı Yusuf" adlı romanında da görmek mümkündür. "Ayran", "Bir Orman Hikayesi", "Hasanboğuldu", "Kırlangıçlar", "Köpek" ve "Ses" adlı öykülerinde ise makan olarak doğa kavramı öne çıkar. Kapalı mekanlara ise hastane, otel, han ve cezaevleri örnek gösterilebilir.

Öykülerindeki dilin sade bir görünümü vardır. Romanlarında sık rastlanan ve günümüzde çok kullanılmayan ifadelere öykülerinde daha az rastlanır. Karakterleri konuştururken yerel ifadeler ve şive özelliklerini vermeyi zaman zaman tercih etmiştir. İçimizdeki Şeytan romanındaki Türkçeyi iyi düzeyde konuşamayan ev sahibi Rum kadında bunu görmek mümkündür. Karakterlerin yerel ağızlarını yansıtırken ölçülü bir üslubu tercih etmiştir. Öykülerine yerel olarak ifade edilebilecek argo sözcüklerde vardır. "Çakıcının İlk Kurşunu" adlı yapıtında Ege Bölgesi'ne ait yerel izlenimler görmek mümkündür. Yapıtlarında sade ve yalın bir dili seçen Sabahattin Ali, kendi yazın döneminde Türkiye'de harf inkılabı gerçekleşmiştir. Türk dilindeki değişimler onun eserlerine zamanla yansımıştır. Günümüzde Yapı Kredi Yayınları tarafından basılan Sabahattin Ali eserlerinde, kullanımı azalmış olan kelimelerin bugünkü karşılıkları okurlara verilmiştir. Müddeiumumi (savcı), esbab- ı muhaffefe, istihfaf etmek, istiğna, münferit, zaviye, aksata, nefis itikadı, hamakat, taalluk etmek, iktifa, zevat, atalet, hicap müdafaa, mayii, yeis, silsile, irtikap, mütalaa, tesellüm, tecessüs, mağmum, muvasalat, mükaleme ve kaime gibi sözcükler, Sabahattin Ali eserlerinde geçen yaygınlığını yitirmiş sözcüklere örnek verilebilir. Sabahattin Ali kendi şiir ve öykücülüğü hakkında şu ifadeleri kullanmıştır:

Şiir ve hikayelerim arasında, yazmış olmaktan utanacağım kadar kötüleri olduğunu biliyorum. Bunların bir kısmının çocuk denecek bir yaşta yazılmış olmaları bence bir mazeret değildir; çünkü bu çeşit bir yazıyı bugün herhangi bir imzanın üstünde görsem, sahibini ıslah olmaz bir zevksizlik ve tam istidatsızlıkla suçlandırmakta tereddüt etmem. Bunların, benim san'at hayatımın gelişmesini göstermesi bakımından, sadece kendim için bir ehemmiyeti vardır ki, bu da onları başkalarına okutmak için bir sebep olamaz. (...) Bir kere okuyucuyu önüne sermiş olduğum taraflarımı sonradan örtbas etmeye hakkım olmadığı kanaatindeyim: ama böylece belkide eski bir hatayı devem ettirmekten başka bir şey yapmıyorum. İyiden kötüden ayırmak külfetini okuyucuya bıraktığım için özür dilerim.

Şiir ve oyunları

Sabahattin Ali'nin toplamda yetmişten fazla şiiri vardır. Bu şiirlerinden 28 tanesini Dağlar ve Rüzgar adlı kitabında yayımlamıştır. Bu kitap yazarın 1931-1934 yılları arasında yazdığı şiirlerden oluşmaktadır. Ayrıca kitabın ön sözü de ona aittir. Kitapta bulunan "Dağlar", "Rüzgar", "Kara Yazı", "Mayıs" ve "Unutamadım" adlı şiirler daha önceden dergilerde yayımlanmış olan şiirleridir. Diğer şiirler ise ilk kez bu kitapta yayınlanmıştır. 1926-1928 yılları arasında yazdığı şiirlerden 21 tanesini ise Kurbağanın Serenadı adlı defterde toplamıştır. Almanya'da eski harflerle yazılan bu defter, zamanla el değiştirmiş olup son olarak da Asım Bezirci tarafından muhafaza edilmiştir. Bu defterdeki sekiz şiir daha önceden yayınlanmamış olan şiirleridir.

Şiirlerindeki temalar ise tıpkı romanlarında olduğu gibi sevgi ve aşk kavramları olmuştur. Hapishaneleri konu edinen şiirlerinde, hapishane yaşamının zorluğu üzerinde dururken aşk temasına ise tekrardan değinmiştir. Karamsarlık, bireysel yalnızlık, bunalma ve kaçış gibi konular da şiirlerinin diğer temalarıdır. Kişileri konu edinen şiirlere de sahiptir, bu kişiler: Babası Selahattin Bey, Mustafa Kemal AtatürkAbdülkâdir Geylânî ve Ziya Gökalp'dir.

Sinop Hapishanesi'ndeyken Hapishane Şarkısı adını taşıyan beş parçalık bir şiir bütünü oluşturmuştur. Bu şiirler birden beşe kadar numaralandırılmış şekildedir ve ilerleyen yıllarda ise Ahmet KayaZülfü Livaneli ve Edip Akbayram gibi isimler tarafından bestelenmiştir.

Sabahattin Ali şiirleri üçlük, dörtlük ve daha değişik sayıda dizeden oluşan bentlerden oluşur. "Rüzgar", "Köprünün Çocukları", "Köprünün Geceleri", "Serserinin Ölümü", "Kümeste Sabah" adlı şiirler düz uyak biçiminde yazılmıştır. "Gazel Naziresi", "Terkib-i Bend Risalesi", "Mesnevi" başlıklı şiirlerinde Divan şiiri gelenekleri görülür. Üçlüklerle kurulan şiir sayısı dokuz, dörtlüklerle kurulan şiir sayısı elli, serbest ölçüdeki şiirlerinin sayısı dokuzdur fakat bu dokuz şiirden sadece "Sokakta Kalan Adam" adlı şiir ölçüsüz ve uyaksız olarak yazılmıştır.

"Gazel Naziresi", "Terkib-i Benci Risalesi" ve "Mesnevi" adlı şiirlerinde aruz ölçüsü kullanırken diğer yetmiş iki şiirinde ise hece ölçüsünü tercih etmiştir. Genellikle hecenin sekizli kalıbıyla şiirler yazmıştır. Dağlar ve Rüzgar adlı kitapta bulunan şiirlerden biri hariç geriye kalan şiirlerin çoğu hecenin sekizli kalıbıyla yazılmıştır. Sabahattin Ali'nin tercih ettiği şiir kalıplarından bir diğeri ise on dörtlü kalıptır, bu tarzda ise yirmi şiir yazmıştır. Bu kalıpların dışında bazı şiirlerinde 7'1i, 11'li, 13'lü kalıpları kullanmıştır. "Kurbağa" adlı iki dizeden oluşan şiirde ise 17'li kalıbı tercih etmiştir. Öksüz Kız Masalı adlı şiirde ise 13'lü ve 8'li kalıpları beraber kullanmıştır.

Sabahattin Ali'ye ait Esirler adında yayımlanmış tek bir oyun mevcuttur. Bu oyun bir tablo ve üç perdeden oluşmaktadır ve Türk tarihindeki Kürşad İhtilali'nden esinlenilerek yazılmıştır. Sabahattin Ali, Ayşe Sıtkı İhlal'e yazdığı mektuplarında bu oyundan sıkça söz etmiştir. Mektuplarında oyunu bitirdiğini ve Ayşe Sıtkı İhlal'e okuması için göndereceğini belirtmiştir. Bir başka mektubunda Esirler oyununu, Pertev Naili Boratav aracılığı ile Muhsin Ertuğrul'a verilmesini istemiştir. 15 Ocak 1934 tarihli bir mektubunda ise oyunun Ulvi Cemal Erkin tarafından bestelendiğini ve "Musiki Muallim" öğrencileri ile oynanmasının kararlaştırıldığı yazmaktadır.

Etkisi

Sabahattin Ali Türk edebiyatının önde gelen yazarlarından biridir. Genel olarak "toplumcu gerçekçi yazarlar" kategorisine dahil edilmektedir. Kürk Mantolu Madonnaİçimizdeki Şeytan ve Kuyucaklı Yusuf romanları Türk edebiyatının önemli yapı taşlarındandır. Özellikle Kürk Mantolu Madonna Türkiye'de en çok okunan kitapların başında gelmektedir. Türk Kütüphaneciler Derneği'nin yayımladığı istatistiklere göre 2015 yılında Türkiye'de en çok okunan kitaptır. Romanın bu denli popüler olmasının altında okullarda öğrencilere önerilmesi ve sosyal medyada çok fazla paylaşım alması gibi nedenler vardır. AlmancaArapçaRusçaİngilizce İspanyolca ve İtalyanca gibi çeşitli dillere çevirilen Kürk Mantolu Madonnaİran gibi İslamist ülkelerde bazı kısımlarında sansüre uğramıştır.

Millî Eğitim Bakanlığı tarafından ortaöğretim öğrencilerine tavsiye edilen ve MEB 100 temel eserden biri olan Kuyucaklı Yusuf ile yazarın Hanende MelekHasanboğulduKomik-i ŞehirKağnıSesGramofon Avrat ve Ayran gibi hikâyeleri Metin ErksanYılmaz Duru ve Feyzi Tuna gibi yönetmenlerce sinema ve televizyona uyarlandı. Aldırma GönülLeylim LeyÇoçuklar GibiKız Kaçıran ve Göklerde Kartal Gibiyim adlı şiirleri ise Ahmet KayaSezen AksuNükhet DuruVolkan KonakEdip Akbayram ve Zülfü Livaneli sanatçılarca bestelendi.

Süreç içerisinde popüler kültürün bir ögesi olan yazarın hayatı ve eserleri akademik olarak birçok kez incelendi. Ramazan Korkmaz 1991 tarihli Sabahattin Ali İnsan ve Eser adındaki doktora tezini daha sonra kitaplaştırdı. Sevengül Sönmez A' dan Z' ye Sabahattin Ali kitabı ile geniş çaplı bir çalışma yayımladı. Hıfzı Topuz ise yazar hakkındaki Başın Öne Eğilmesin adlı eseriyle Orhan Kemal Roman Armağanı ödülünü kazandı. Ayrıca yazarın yakın çevresinden Kemal Bayram Çukurkavaklı, Asım Bezirci ve kızı Filiz Ali'nde benzer çalışmaları mevcuttur.

Eserleri

Roman

  • Kuyucaklı Yusuf (1937)
  • İçimizdeki Şeytan (1940)
  • Kürk Mantolu Madonna (1943)

Öykü

  • Değirmen (1935)
  • Kağnı (1936)
  • Ses (1937)
  • Yeni Dünya (1943)
  • Sırça Köşk (1947)

Şiir

  • Dağlar ve Rüzgâr (1934)
  • Kurbağanın Serenadı (1937)
  • Öteki Şiirler (1937)

Oyun

  • Esirler (1936)

banner979

Etiketler; #sabahattin ali
Yorum Ekle
İsim
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.