Günümüz dünyasında sanat, adeta kendini tekrarlayan, kendi sınırlarını zorlamaya çalışsa bile aşmaya pek cesaret göstermeyen ya da kolay kolay aşamayacağı, “moda” gibi kendini döngüsel olarak yineleyen bir sürece girmiştir.
Sanatsal değeri ne kadar yüksek olursa olsun, film dünyasında seyirciye doğrudan hitap etmeyen projeler kolayca reddedilebilmekte, yayın dünyasında romanlar kolayca çevrilebilmektedir. Aynı nedenlerle müzik parçaları da dinleyicilerine ulaşamamaktadır.
Niteliği gereği piyasa ile bağ kurması, diğerlerine oranla daha güç olan şiirde ise durum daha da vahimdir. Şair ile okuyucu arasındaki köprüler birer birer yıkılmaktadır.
Piyasa mantığı veya diğer bir değişle talep ile şekillenen sanatsal değer; riskleri asgari düzeye indirmeye, kâr oranını ise azami düzeye çıkarmaya çalışan yatırımcıların, kendi yatırımları için temel aldıkları birincil belireyici durumuna gelmiştir.
Yine, yukardaki engeli aşabilecek nitelikte eserlerin üretilmesi halinde bile bu kez söylemsel düzeyde bir takım engelleyici mekanizmalar karşımıza çıkmaktadır. Konuyu daha da açarsak, sanat eserinin piyasada iş yapabileceğine olan inancın, belirli çevrelerce ve sanat otoritelerince onaylanması gereklidir.
İşin toplumsal boyutu böyle olunca da sanat eserinin niteliğinde de bir takım değişiklikler meydana gelmesi kaçınılmaz olmuştur:
Öncelikle sanat eseri, bir tür tüketim maddesidir. Belirli zaman süreci içerisinde, belirli bir mekanda, belirli kitlelerce tüketilir veya tüketilmesi gereklidir. Tüketim süreci, tüketim maddesinin bolluğu ölçüsünde kısalır. Bu olguyu en güzel, yeni piyasaya sürülen ve kısa sürede çok sevdiğimiz bir müzik parçasını, yine bir süre sonra dinlemez oluşumuzla duyumsayabiliriz.
Üretim tekniği de buna uyum sağlamak zorunda kaldı. Walter Benjamin’in değişi ile fırça ile üretilen sanat eserinin yerini, ondan çok daha süratli şekilde üretilebile resimli yeniden üretim, önce fotoğrafçılık, sonra da sinema ve televizyon aldı. Görsellik, diğer tüm biçimler üzerine adeta hegemonyasını kurdu.
İkinci bir nokta ise sanat ürünlerinin reprodüksiyonu ya da yeniden üretimidir. Resim sanatı gibi, sanatçının “eşsiz” olarak ürettiği eserlerin, kitlesel tüketime konu olmaları beklenmez. Bu nedenle günümüzde gelişen ileri baskı teknikleri ile kitlesel tüketime sunulmaları zorunluluk halini almıştır. Kuşkusuz sanat eserlerinin yeniden üretimi yalnızca çağımıza ait bir uygulama değildir. İlkçağlar’da Anadolu ve Mezopotamya’da kil tabletler üzerine damaga basım sureti ile yeniden üretimin yapıldığını biliyoruz. Yunanlılar bu baskı tekniğine kalıp döküm tekniğini de ekleyerek geliştirmişlerdir. Ortaçağ Avrupası’nda tahta baskı kalıpları yine aynı amaçla geliştirilmiştir.
Çağımızdaki en önemli farklılık ise, sanat eserinin kendisinin yeniden üretiminden çok, sanat eserinin üretim sürecinin kendini tekrarlayan üretimidir. Sanatçının yaratıcılık, zeka, özgünlük, ebedi değer ve gizem gibi, sanat eserine kattığı kişisel değerlerin, piyasada risk yarattığı ölçüde budanmasıdır.
İşte bu nedenle televizyonlarda izlediğimiz dizi filmlerde daha belirgin şekilde karşımıza çıkan, kendini tekrar kaçınılmaz hal gelmektedir. Mekanlar ne denli farklı olursa olsun; olay ister taş devrinde, isterse uzay çağında geçsin, çekim teknikleri ne denli gelişkin olursa olsun, konuların az çok birbirinin aynıdır.
Üreticilerin bu duruma verdikleri yanıt ise hazırdır: Biz halkımızın talepleri doğrultusunda üretim yapıyoruz. Sanatta kitlesel yeniden üretim, işte bu olsa gerek !