banner913
banner932
banner1012

Eralp Adanır’ın Bener Hakkı Hakeri’nin Leymosunu Kitabı Çıktı

banner1020

Ülkemizin en üretken yazarlarından Eralp Adanır’ın geçen yıl Kıbrıs Türk Yazarlar Birliği tarafından iki ciltlik Bener hocayla ilgili araştırma kitabından sonra bu yıl da Hocanın; Leymosun’la ilgili yazdığı, araştırdığı tüm yazılarını bir araya getirdiği değerli çalışması, hafta sonra 15 Mart Cumartesi günü Girne Belediyesi Sanat Galerisi’nde gerçekleşti.

banner974
Eralp Adanır’ın Bener Hakkı Hakeri’nin Leymosunu Kitabı Çıktı

banner971

Etkinliğe Cumhur Başkanı Mustafa Akıncı ve eşi, Girne Belediye Başkanı Nidai Güngördü , Hakeri ailesi ve Leymosun Kültür Vakfı’nın Başkan ve yöneticileri katıldı.

Bener hoca bu ülkenin en önemli aydınlarından birisiydi, arkasından onlarca kitap malzemesi bırakıp gitti, Eralp Adanır gibi araştırmacıların vefalı davranışları sonucunda böylesi güzel eserler yazın dünyamıza katılıyor. Kapak resmini Musa Kayra’nın yaptığı kitabı okumanızı salık veririz.  

Eralp Adanır kitabın önsözünde şöyle diyor: “Bener Hakkı Hakeri hocama karşı her daim iki önemli vefa borcum olmuştur. Bir; kültürümüze, yazın dünyamıza ve toplumsal belleğimize kazandırdığı kitaplar dolusu bilgi ve belgeleri için, iki; bir Leymosunlu olarak Leymosun üzerine yazdıkları, anlattıkları ve belgeledikleri için.

Bundan önce Bener hocamla ilgili kaleme aldığım ve 2 ciltten, toplam 716 sayfadan oluşan kitabımız "Bener Hakkı Hakeri ile Öyküsel-Tarihsel-Yazınsal Yolculuk"ta, yüzlerce kısa-öykü'lerinde özellikle, kendi iç dünyasını yakından tanıma fırsatını buldum. Dürüstlüğü, inandıklarından vaz geçmeyen, sözünü sakınmayan ve tüm bu halleriyle zaman zaman "dik başlı" olarak bile görülen Bener hocamız aslında, kendisini vareden bilge kişiliğinin ve dirençli karakterinin hallerini sergilemekteydi. Yaşamı boyunca ta öğrencilik yıllarından itibaren hep bir mücadele içerisinde varlığını, dimdik ayakta durarak geçirdi. Bu "dimdik" hali kendisine özellikle iş-aş konusunda inanılmaz zorluklar yaşatmasına rağmen bildiği yoldan, söylediği sözden bir adım geri atmamıştır.

Bener hocamızın uzun yıllar KIBRIS gazetesinde yer alan sayfasında zaman zaman okurla paylaştığı "Kısa-Öykü"leri arasında, benim de bir Leymosunlu olmam hasebiyle, Leymosunla ilgili öykülerini ayrı bir yerde toplamaya başladım. Hocamızın bu alandaki öyküleri, bazen yarattığı karakterle ya da olaylarla yol alırken, satırlar içerisine sıkıştırdığı, Leymosun'daki sosyal, kültürel, ekonomik ve politik bilgiler ise, söz konusu şehrimizin ve insanlarımızın izdüşümleri niteliğindedir.

12 Kısa-Öykü'süne yer verdiğimiz kitabımızda Ayandon Meyhanelerinden yaşanılan kasırga olaylarına, savaşın kaç-göç'ünden renkli simalara, kültürel etkinliklere kadar, onun o akıcı Türkçesiyle yol alıyor insan.

Elbette sadece Leymosun'la ilgili öykülerle bütünleştirilemezdi Bener hocamız. Bu beldemiz üzerine yaptığı ve yazdığı araştırmalar ve "Leymosun Çatışmaları-Şubat 1964" olarak Milli Mücadele tarihine geçmiş olan yaşanmışlıkların destansı anlatımıyla Bener hocamız, Leymosun'un bir başka yüzünü de gösterdi bizlere yazdıklarıyla. Konuyla ilgili 10 araştırma yazısı ve kaleme aldığı, küçük bir kitapçık olarak yayımladığı; "Limasol'da 2. Plevne Savunması" destanını, o günün olaylarının yansıdığı gazete haberleriyle siz okurlarla paylaşmak, Limasol Çatışmaları'nda şehit düşen insanlarımıza karşı bir vefa borcumuzdur.

Bu kitabın somutlaştırılmasında bizlere izin veren, Bener hocamızın sevgili eşi Dervişe Hakeri hanımefendiye, yayıncılığını üstlenen Leymosun Kültür Vakfı'na ve bu yayının somutlaştırılabilemsinde sponsor olan Limasol Türk Kooperatif Bankası Yönetim Kurulu Başkan ve Üyelerine yürekten teşekkürler.”

Yücem Rasımoğlu, Leymosun Kültür Vakfı Kurucu Başkanı kitap için şöyle diyor: “Leymosun Kültür Vakfı 12 Mayıs 2014 yılında kurulurken, aşağıda yer alan amaçları hedeflemişti:

a) Leymosun kültürünü, tarihini, gelenek ve göreneklerini, sosyal yaşantısını, bireylerini ve bütün değer ve zenginliklerini ortaya çıkarmak, korumak, değerlendirmek, geliştirmek,

b) Genel olarak Kıbrıs gelenek, görenek, sosyal ve kültürel gelişmesine katkıda bulunmak,

c) Leymosun’daki kültürel, tarihi, sosyal ve doğal mirasın bir ortak miras anlayışıyla korunması ve yaşatılmasını sağlamak,

d) Leymosun kişi ve kimliğini korumak,

e) Leymosunlular arasında kaynaşmayı, dayanışmayı, her türlü yardım ve yardımlaşmayı sağlamak, sosyal, kültürel, eğitsel, bilimsel ve mesleki faaliyetlere katkıda bulunacak etkin çalışmalar yapmak,

f) Benzer konularda faaliyet gösteren diğer gerçek ve tüzel kişilerle, dernek, kuruluş, birliklerle ve vakıflarla yardımlaşmada bulunmak,

g) Vakfın amacı ve etkinlikleri ile ilgili olarak süreli veya süresiz yayın yapmak, etkinliklerini tanıtmak.

O yıldan beri, yukarıda yer alan amaçlara uygun olarak onlarca etkinlik gerçekleştirdik. Yayın olarak, kuruluşumuzdan önce, 2012 yılında, daha komite olarak çalışmalar yaparken, yüzlerce eski fotoğraftan oluşan “Aile Albümü-1” ve 2014 yılında da vakfımızın ilk yayını olan “Aile Albümü-2” yi hazırlamıştık. 2019 yılının bu ilk günlerinde ise, Leymosun ile ilgili birçok makale, yazı ve şiiri olan, destan yazan değerli bir kalemi- Bener Hakkı Hakeri’yi -yine değerli bir Leymosunlu kalemin-Eralp Adanır’ın- çalışmaları ile sizlere sunmanın gururunu yaşıyoruz.

O yılları yaşayanların kitapta kendilerinden çok şey bulacaklarını, yaşamayanların ise o yıllarda Leymosun ve Kıbrıs’ta yaşananlarla ilgili engin bir bilgiye sahip olacakları konusunda hiç kuşkumuz yok.

Bu yayını hazırlamamıza en büyük katkıyı koyan Limasol Türk Kooperatif Bankası’na tüm Leymosunlular olarak teşekkür ederiz.”

DOĞDUĞUM EVİ ZİYARET

   Güney Kıbrıs’ı ziyaret edecekler arasında her iki tarafın şahsımı da göstermesine şaşırmadım değil. İkide bir dış ülkelere kültürümüzü temsilen giden bunca insan varken, şimdiye dek hani bağırsam duyulacak kadar yakın dediğimiz Anavatan’ın güney sahillerindeki kentlerden birisine bile çağrılmayan ya da Yakın Doğu Üniversitesi tarafından Basınımızda Bir Ömür Onur Ödülü’ne layık gördükleri dokuz gazeteciden biri olduğum halde devletin ilgili birimi tarafından basın kartı verilmeyen ben nasıl olur da Güney’e gideceklerden birisi seçilirdim; hayret doğrusu! Daha fazla hayret ettiğim bir taraf da Rum komşularımızın, ama ne komşu, destanlarında kendilerine verip veriştiren, oradaki Kıbrıs Üniversitesi’nin Türkoloji Bölümü’nde Çağdaş Kıbrıs Türk Edebiyatı derslerinde adını bile anmadıkları bir ozanı o tarafa çağırmalarıydı.

   Uzatmayıp sadede geleyim. Her iki tarafın evetlemesini koşullu kabul ettim: Leymosun (nam-ı diğer Limasol)’a gidildiğinde ben ve yanımda yalnızca Türkçe’yi iyi bilen bir Rum olduğu halde doğduğum evi ziyaretim gerçekleştirilecekti. Koşulum evetlenmez mi? Bu durumda, Güney’de doğup büyüyen birisi olsanız; mahallenizi, sokağınızı, üstelik bir zamanlar yaşadığınız evi görmek şansını size tanısalar; her şeye karşın Güney’e gitmez misiniz? Belki içinizden kimisi bu soruya hayır demiştir ama ben de çoğunluğun dediğince hareket ettim.

   Güney’in şöyle ya da böyle kalkınmış olması, kimimizin aşevine ayda bir olsun girmeyen etin orada bizdekinin yarı fiyatına olduğu ya da gelirin bizdekinden hayli yüksek oluşu bir yana arabamız Leymosun’a girdiğinde öyle heyecanlandım ki anlatamam. Heyecanım tıpkı şiirleri beş para etmez birisinin dış ülkelerdeki bilmem ne gecesine katılması karşısında, belki de daha dün denecek kısa sürede gazeteciliğe başlayan birisinin ilk sarı basın kartı aldığı zamanda duydukları heyecan gibiydi. Leymosun’daki ilk durakta güzel bir kahvaltının ardından kahvelerimizi içerken konukçumuz, çoğunuzun dediğince mihmandarımız, yanıma yaklaşıp beni dışarıda arabayla yeni konukçumun beklediğini, onunla Köprülü Camisi’ne oradan doğduğum eve gideceğimi söyledi. Kendisini izlememi rica etti. Böyle bir rica kırılır mı hiç? Teşekkür ederek birlikte salondan dışarı çıktık. Karşımıza bir taksi (Markası önemli değil ki!) ; 1950’li, 1963, 1974 yıllarını yaşamadığı besbelli yaştaki şoför ve yanında bir bayan vardı. Yanlarına vardığımızda yeni konukçum gülümseyerek elini uzattı.

   - “Hoş geldiniz!” dedi, “Ben Tasula. Birkaç saat benimlesiniz. Sonra sizi diğer konukların bulundukları yere götüreceğim.” 

   Türkçeyi hem bu yaşta hem de bu denli güzel konuşmasına şaşırmadığımı dersem yalan söylemiş olurum.

   - “Teşekkür ederim.” deyip elimi uzattım. Tokalaşırken ekleyiverdim, “Türkçeniz de sizin kadar güzel.”

    - “İltifatınıza teşekkürler.” dedi; tokalaştığımız eliyle şoförün açtığı arabanın kapısını gösterdi, “Buyurmaz mısınız?”

    - “Öncelik bayanlarda.” dedim.  

   Tekrar  teşekkür etti, arabaya girdi, kapıyı kapatarak şoföre fırsat vermeden öteki tarafa geçip arabaya girdim. Köprülü Camisi’nin bulunduğu yere varmamız uzun sürmedi. Araba tam Şubat 1969’da olan kasırgada ikinci katının yola bakan duvarının yıkıldığı ama koltuklarının yola düşmediği; bir zamanlar Doğan Türk Birliği’nin bulunduğu binanın önünde durdu. Orada taksiden inerek Tasula’yla köprüden eskilerde bizim olan sokağa doğru yürümeğe başladık. 

   Tasula; nasıl, nerde ve niçin öğrendiğine merak ettiğim ama sormadığım Türkçe’yle:

   - “İstiyorsanız” dedi, “camiyi ziyaret edebilirsiniz.”

   En son girişimin Şubat 1964 olaylarında olduğu camiye girmek içimden gelmedi. Girmek istemediğimi söylediğim camiye şöyle dışarıdan göz attım. Avlusu temizdi, yola bakan duvar kireçle beyazlandırılmış, parmaklıklar boyalıydı. Usuma çocukluğumda İmam Hulusi Efendi’nin parmaklıklara sarılı sarmaşık güllerini yemeğe çalışan develeri minarenin şerefesinden taşladığı geldi. Hafızam beni yanıltmış olabilirdi. Ezan okumak için minareye çıkan (O yıllarda şerefelere henüz sesbüyülten konmamıştı), hem imamlık hem de müezzinlik yapan Hulusi Efendi’nin bunu yapmasını, sonralarda usum almadı. Nedir, Hulusi Efendi’yle develerin, sarmaşık güllerinin var olduğu kesindi. Nasıl olursa olsun, şöyle ya da böyle  develerin taşlandığı gerçekti. Anılarımda kalan bir şey daha vardı ki o da Hulusi Efendi’nin bana Arap abecesiyle (alfabesiyle) adımı yazmağı öğrettiğiydi. Caminin önünden geçiyorken bunları düşündüm; Kemeraltı dediğimiz, duvarında mavi üzerine beyazla Cadde Cami Cedit yazılı tabelanın olduğu (Baktım; bunun da tuhafıma gitmediğini dersem yalan söylemiş olurum; tabela hâlâ yerli yerinde, antika bir nesne olarak, duruyordu.) çıkmaz sokağa dönerken bu kez yine çocukluğumda köşe başındaki küçük dükkanda Hacıbekir lokumlarıyla şekerlemelerini satan, şimdi adını unuttuğum; hafızamı ne denli zorlarsan zorlayayım anımsayamayacağıma emin olduğum, ak sakallı ihtiyarı görür gibi oldum.    

   Sokak sanki çocukluğumdakiydi. Solumda hanaylı kocaman bina, sağımda ilkokulda birkaç yılımı okuyarak geçirdiğim okulun taş duvarı vardı. Karşımda çıkmaz sokağa adını veren kemerler ve üzerlerinde hanaylar duruyordu. Kemerlerin başlangıcında iki kapısı olan ama genellikle girişi  kemeraltının altındaki kapıdan yaptığımız evin üstündeki hanayın penceresi sokağa, bana bakıyordu yine; ama pencerede Leymosun’da çocukluk yıllarımda kitap satan iki kişiden birisi yani Refet Bey’in (İşin tuhafı o zamanlar kitap satan ikinci kişi Rana Aba da  yine bu sokaktandı ve sokağın solundaki yine hanaylı ilk evde oturanlardandı.) kızkardeşi Fıtnat Aba yoktu. Solumdaki binada, Rana Aba’nın kızkardeşlerinden ne Veysiye Hanım’la  öteki kızkardeşi Aliye Hanım ne de Veysiye Hanım’ın evlendikten sonraki eşi öğretmen Hüseyin Bey vardı. Tabelasında Cadde Cami Cedit yazısına karşın Cami Cedit Sokağı dediğimiz sokak, görebildiğim yere kadar boştu. Kemerlerin altında çocukluk yıllarımın arkadaşları Aksel, Erdoğan, Emel var gibiydi. Sonra büyük Aksel, Özkan’la diğerleri birer birer belirdiler.  Bu belirişleri bir an kadar sürdü ama bu an sanki geride bıraktığım o upuzun yıllardı.  

   Tasula:

   - “İstiyorsanız,” dedi yine “istediğiniz evde yorgunluk kahvesi içebiliriz.”.

   - “Ne yorgunluğu!” dedim Tasula’ya, “Bu yorgunluk ne ki! Önemli olan yılların verdiği yorgunluklardır.”.

   Konukçum, Akdeniz’in mavisince mavi gözleriyle yüzüme tuhaf olduğunu sandığım bir bakış fırlattı. Bakışında dediğimden bir şey değil çok şey anladığını anladım. Buna karşın hiçbir şey demedi.

   Sokakta, az önce dediğimce, kimsecikler yoktu. İçimden “Acaba doğduğum evi ziyarete geleceğim hiçbirine söylenmedi mi?” diye geçirdim. Söylenseydi birileri mutlaka olacaktı; en azından bu sokakta doğup büyüyen birisini görmek merakı onları dışarı çıkaracaktı. O eski insanın ben olmadığını; çocukluğumun, gençliğimin yalnızca anılarla ve geride kalan birkaç fotoğrafta kaldığını düşünürler miydi dersiniz; hiç sanmıyorum. Aynı zamanı yaşamayanlar sonralarda geçmişte olanları düşlemeleri, hatta düşünmeleri hiç de kolay değildir.

   Kemeraltı’na girdiğimizde, yıllar öncesindeki aynı esintiyi, aynı serinliği vücudumun her zerresinde duydum. Kemeraltı kışları soğuk, yazları serinceydi. Buranın hayran kalınan, diğer sokaklarda yaşayanlarca gıpta edilen en güzel yanı buydu.

   - “Burası hiç değişmedi sanki.” dedim Tasula’ya, “Sadece insanları değişti ve ortada görünmüyor hiçbiri.”.

   Yüzüne bakarak konuştuğum (Halbuki yürürken konuştuğum zamanlar konuştuğumun yüzüne bakmak huyum hiç mi hiç yoktur. Neden Tasula’nın yüzüne baktım? Onu bugünden sonra, belki de bir daha göremeyeceğimi bildiğim, düşündüğüm için mi?) Tasula’nın gülümsediğini, gülümserken sol yanağında bir gamzenin belirdiğini gördüm.

   - “Yarın bu insanların yerinde” dedi Tasula “olmağı istemez misiniz ?”. 

   - “Yarın mı?” dedim Tasula’ya, “Yarını niye düşüneyim? Matta İncili’nde bir yerde ne diyor: Yarın için kaygı çekmeyin; zira yarınki gün kendisi kaygı çekecektir. Kendi derdi güne yeter.”.

   Tasula’ya bunları bakarak söylediğimden yüzündeki değişikliği fark ettim. Dönüp bir tuhaf baktı.

   - “Siz” dedi, “İncil’i okudunuz mu?”

   - “Niye okumayayım?” dedim, “Tevrat’la  Zebur’u da okudum.” 

   - “Hayret.”

   - “Bunda hayret edilecek bir şey yok ki! İnsanlar dört büyük dindeki özü, ana düşünceyi bilseler, kavrasalardı dünyada savaş olmazdı.”

   Buna daha da hayret ettiğini fark ettim. Kemeraltı biterek açıklığa geldiğimizde; dar geçiti aynen karşımda belirdi. Dayım, Ali Gulle’nin kaldığı oda onarılmıştı. Dar geçiti geçtik. Tahta duvar aynıydı; Tasula kapıyı vurarak bu kez Rumca içeridekilere seslendi. Çok geçmedi; kapı açıldı. Önümüzde duran orta yaşlı bir kadındı. Tasula ona, anladığım kadarıyla 1974 öncesi burada oturanlardan biri olduğumu, burayı ziyaret etmek istediğimi; konukluğumuzu  kabullenmesini rica etti. Kadın memnun olduğunu diyerek yol gösterdi.

   Çocukluk arkadaşım Togay Ali Riza’nın Ayandon Mahallesi’ndeki bahçelerinden kestiğim dalları ekerek tutturduğum beyaz kış inciriyle siyah incir sağımda duruyordu. Avlunun zemini düzeltilmişti; çiçekliydi avlu. Soldaki odalarla zeytin ağacı sanki hiç değişmedilerdi. Avludaki yenidünyalar kocaman ağaç olmuşlar, geçmiş yıllara inat duruyorlardı. Biraz ilerleyince kaldığımız iki odada birtakım değişiklikler yapıldığını, onarıldıklarını, kapılarının değiştirildiklerini gördüm. İki odanın üzerine hanay olarak iki odanın eklendiğini, bu hanaya soldaki odanın yanında eskilerde olan barakamsı aşevinin yerine, bir zamanlar okulların şubat tatillerinde iri çala bademlerinden yediğim badem ağacının bulunduğu yere kadar uzanan toprağa yeni bir aşevinin yapıldığını ve hanaya buradaki bir demir merdivenle çıkıldığını gördüm. Hanayın önünden dışarıya upuzun bir balkon uzanmaktaydı. Balkonun duvarı üstünde dizi dizi saksılarda renk renk çiçekler insanın yaşama sevincine sevinç katıyordu. Ulviye genablamla Nasıf dayımın evleri arasındaki duvar yine kerpiçtendi; geçen zaman içerisindeki değişimlere fırsat verilmeyerek onarıldığı açık seçik belliydi.      

    Bütün bunları hızlı bakışla ve şaşkınlıkla gördüm. Bu arada odalardan birisinden kadının kocası olduğunu anladığım bir adam çıktı. Tanıştırıldık; adam memnun kaldığını, hoş geldiğimi dedi. Bunu az çok bildiğim Rumca’mla anlayıverdim. Anladığım bir diğer nokta da bu tanıştırılma anında Tasula’nın, kapıyı açarken kadına söylediklerine karşın, bu aileyle daha önceden temas kurduğunu anladım. Yoksa adamla kadının adlarını nereden, nasıl bilebilirdi. Ne ki bu ziyaretimden Kemeraltı’nın bugünkü öteki sakinlerinin haberleri yoktu ve burada oturanların da komşularına hiçbir şey demedikleri buraya dek gelirken hiç kimsenin olmayışından belliydi.       

    Tasula’ya:

    - “Dışarıda otursak mı?” diye sordum.

    - “Siz bilirsiniz.” dedi.

    Birer hasır sandalye çıkardılar, oturduk. Bu hasır sandalyeleri, o ahım şahım koltuklardan daha çok sevdiğimi bilmem okurun bilmesinde yarar var mıdır? Kadıncağız kahvelerimizin nasıl olduğunu sordu; ben: 

   - “Enan metrion sas barakalo.” dedim.

   Tasula’nın da onların da yüzlerindeki ifadeyi görmeliydiniz. Tasula’ya dönerek:

   - “Rumca’yı bildiğimi sanmayınız.” dedim, “Az anlıyor, azıcık konuşabiliyorum.” 

   Kahveler geldi, ikram ettikleri sigarayla kahvemi içerken Cami Cedit 15 numarada oturan kadın; kitaplarımın, notlarımın aynen korunduğunu, istediklerimi alabileceğimi söylemesinin ardından Tasula “istersem hepsini gönderebileceğini” söyledi.

   - “Teşekkür ederim.” dedim, “Hiçbirini istemem.”

   - “Gerçekten mi?”

   - “Gerçekten.” diyerek gülümsedim.

   Daha fazla uzatmayayım. Kalktığımızda eski ayakyolunun yerine yenisinin yapıldığını, onunla ev arasında yıllara inat hâlâ duran kına ağacına göz attım: Çiçekliydi.Çiçeklerinden kesip kesemeyeceğimi sordum. Karı koca bir ağızdan “Elbette kesebilirsiniz” dediler.

    Kına ağacından en dolgun çiçekli iki dalcık keserek birisini Tasula’ya uzattım; teşekkür ederek aldı. Ayrıldık. Şimdi Kuzey’de İskele’deki, eşdeğere karşılık alınan, koçanına hanımımla ortak olduğum evde, kitaplarımın bulunduğu odada, bir köşede bir dalcık kına çiçeği, Güney’deki doğduğum evi ziyaretimden  anı olarak durmaktadır. 

    Yalnızca bu öyküde var olan, varlığını bir gazete sayfasında, belki de ileride bir öykü kitabının sayfaları arasında sürdürecek olan Tasula’nın da evindeki kitaplığında kurumuş bir dalcık kına çiçeği var mıdır, bilmiyorum.

banner979
Yorum Ekle
İsim
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.